Herkes İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği hakkında konuşabilir mi?


Herkes İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği hakkında konuşabilir mi?

Daha başlıktan bir soruyla başladık ve soruyu biraz daha kışkırtıcı hale getirip devam edelim. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği konusunda herkesin konuşmaya hakkı var mıdır? Neredeyse herkesin üzerinde konuşma hakkını kendinde bulduğu ve neredeyse herkesin “bitsin artık canım bu ölümler” diyerek neredeyse ortaklaştığı, göz yaşartıcı (!)bir birliktelik görüyoruz son zamanlarda Türkiye’de. Bu alan bu kadar sınıflar üstü, ideolojiler üstü, siyaset üstü bir alan mıdır, yoksa bu alana dair bazı temel ilkeler konmalı ve bunları kabul etmeyenlere söz hakkı tanınmamalı mıdır? İşin özü, herkesin bu konuda ahkam kesmemesi için bir omurganın oturtulması kendini dayatmaktadır.


Herkesin ilgi alanında, neredeyse üzerinde uzlaşılmış bir alan(mı?)
İş cinayetleri öyle bir boyuta geldi ki, bu kazaların ve bugüne kadar bu ölüm ve yaralanmalara karşı duyarsızlığın nedenleri sorgulanmadan herkes “insani” boyutuyla gündemine almaya başladı. Ahmet Altan Taraf’da gündemine taşırken, aynı ailenin bir diğer ferdi Mehmet Altan İMC TV’de “olmaz, bunlar tek kelimeyle cinayettir” diye kızgın bir ifadeyle ekranlarda tartışıyordu. Sabah’tan Mahmut Övür, yasa tasarısı tartışılırken “iş güvenliği yasamız yok” diye sitem ederken, tüm bunlara Zaman’dan
İbrahim Öztürk’ün “kul hakkı” olarak iş güvenliği tartışması eklendi.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Ahmet Zahteroğulları da konuyu dinsel bir çerçevede “kul hakkı”konusuna getiriyordu yaptığı konuşmada. Soldan sağa tüm yazarların, hatta patronların gündemine girmişti işçi sağlığı ve iş güvenliği konusu, vicdanları yaralıyordu, herkesi üzüyordu, herkes elini vicdanına koymalıydı... Neyse yasa çıktı, gündemlerinden düştü, iyi ki de düştü!
Çünkü bu alanın, sağ ve liberal kesim açısından vicdan temizliği haline gelmesi, iş cinayetlerinin ardındaki gerçeklerin ise perdelenmesi riski çok net bir şekilde önümüzde duruyor. İşçi sağlığı ve iş güvenliği konusunda yapılan binlerce çalışma ve araştırma çok net bu konunun toplumsal boyutuna işaret ediyor. Uzun çalışma saatleri ve yoğun çalışmalar iş cinayetlerine ve meslek hastalıklarına davetiye çıkarıyor, özelleştirmeler sonrası kamu hizmetlerinin temel istihdam biçimi taşeronlaşma ölüm ve hastalık anlamına geliyor, devletin kamusal sorumluluğu olması gereken işyerlerinin denetiminin giderek zayıflaması, şantiyeleri, fabrikaları ve özellikle de küçük sanayi sitelerini toplu ölüm merkezleri haline getiriyor. Bu Türkiye’de böyle değil yalnızca, merak etmeyin, örnek olsun ortalama bir işçinin yaşam süresinden 17 yıl önce yaşamlarını yitiren Paris kanalizasyon işçileri de bu acımasız çarkın kurbanları, özelleştirme sonrası yaşamlarının bir parçası kazalar olan Britanya tren yolları emekçileri de…
Siz özelleştirmeleri savunacaksınız, hem kamuda hem de özelde bunun bir sonucu olarak taşeronlaşmanın temel istihdam biçimi haline gelmesine ses etmeyeceksiniz, yoğun çalışma saatlerine ses çıkarmayacak, sınıf mücadeleleri sonucu haklarını elde eden örneğin Yunanistan işçi sınıfına “bunlar da yan gelip yatıyor” diyeceksiniz, devletin küçülmesini savunacak, denetim fonksiyonunu sıfırlanmasına hizmet edecek bir yasayı alkışlayacaksınız, “aman bizim işçimiz de cahil zaten napalım” diyeceksiniz, sonrasında da vicdan yapacaksınız. Yok öyle şey! Kimse kusura bakmayın size izin vermez… Eğer bu konuda konuşacaksanız iş cinayetlerinin temel sorunlarına da karşı çıkacaksınız veya çok daha basit bir öneri: Susacaksınız…
Aydınlanma mücadelesi olmadan işçi sağlığı ve iş güvenliği mücadelesi olur mu?
İş cinayetlerinin kapitalist üretim ilişkilerinden kaynaklanan temel nedenlerine dair, pek çok çalışma, tartışma var. Ben burada bir başka önemli noktayı vurgulamak istiyorum: Neden işçiler arasında bu kabulleniş ve duyarsızlık…
Bu bakımdan dincileşme ve gericileşmenin, bu duyarsızlık ile ilişkisi irdelenmeli, iş kazalarına ilişkin olarak ”kader”, ”kaçınılmazlık” gibi söylemlerin, gerek işçi sınıfı içinde toplumun genelinde de daha önce hiç olmadığı kadar gündelik söyleme nasıl sızdığı tartışılmalıdır. “Bu işlerin kaderinde bu kazalar vardır“ dediğiniz anda, yüzlerce yıllık aydınlanma birikimini bir kenara atmış olursunuz. Keza işyerlerinde baskıcı yapıyı kabul eden, iş kazasına uğrayan işçinin üzerine gazete örtülüp orada dururken çalışmaya devam eden (bu olay Tuzla’da yaşanmıştır) işçi acaba sınıfın bir bireyi olan işçi midir yoksa, kendisini bir  „cemaat“in bir bireyi gibi mi düşünmektedir?
Bu cemaat kimi zaman bir dinsel yapı, kimi zaman hemşehrilik ağı, kimi zaman da, özellikle inşaat sektöründe olduğu gibi, bir aile yapısı olacaktır. Bu ilişkiler ağı içinde en önemli unsurlardan birisi de „baskıcı“ karakterdir, örgütlenme başkaldırmanın yerini, boyun eğme ve geleneksel kurallara bağlılık (dinsel, bölgesel, ailevi vb.) almaktadır. Kapitalizm günümüzde, kapitalist toplum öncesindeki ilişkiler ağını gericilik ile yeniden üretmekte ve baskıcı emek rejiminin garantisi olarak kullanmaktadır.
Bir tekstil işçisi arkadaşımın anısı çok sıradan bir örnektir. Bilindiği gibi pek çok tekstil işyerinde çay molası verilmektedir, bilindiği gibi özellikle dikkat dağılmasının önlenmesi, şeker düşmesinin (özellikle yemek öncesinde) engellenmesi açısından kısa molaların iş güvenliğinde çok büyük katkısı bulunmaktadır. Çay molasının elde edilmesi bile uzun mücadeleler sonucunda olmuştur, ki bu işin ayrı boyutu. Arkadaşımın işyerinde çay molası için kısa bir mücadele yapılır, hemen bir hafta içinde işyeri sahibi tüm işçileri toplar ve şöyle der: „Sevgili arkadaşlarım, ben size çay molası değil, çalışmalarınızdan dolayı daha fazlasını veriyorum, her Cuma hepiniz Cuma namazı için izinlisiniz!“ Günlük çay molalarının dakikaları toplanır ve Cuma namazı iznine dönüştürülür…
Çok çarpıcı bir başka örnek ise 2008 yılında Konya’da yaşandı. 1 Ağustos tarihinde, saat dört civarı olmalı, kız çocuklarından biri sabah namazını kılmak için uyandı, abdest almak için banyoya doğru yürüdü, ışığı yakmak için düğmeye bastı ve LPG tankından sızıp saatlerdir binayı sarmakta olan gaz, ateş alarak patladı. Tam on sekiz kız çocuğu, en küçüğü on, en büyüğü on altı yaşında on sekiz kız çocuğu, yanarak, dumandan boğularak, enkaz altında kalarak öldü.  Bina kaçaktı, Kuran kursu kaçaktı, Diyanet’ten ve Milli Eğitim Bakanlığı’ndan tek bir kişi denetleme amacıyla kursun kapısından içeri girmemişti. O günün sabahında, kursun yöneticileri valiliğe kursta Kuran değil İngilizce eğitimi verildiğine dair bir başvuru yaptılar. Olayın hemen ardından tutuklanan kurs müdürü ve yardımcısı yalnızca iki ay cezaevinde kaldılar ve ikinci ayın sonunda tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldılar, o tarihten bugüne kadar da tutuksuz yargılandılar. Tanık olarak dinlenen kız çocukları ve aileleri, mahkemede kursa İngilizce öğrenmek için gittiklerini söylediler, kimseden şikâyetçi değillerdi ve davaya katılmak istemiyorlardı. Ama 2010 yılında patlama esnasında henüz on iki yaşında olan ve kardeşini yitiren bir kız çocuğu, yetkililer hakkında suç duyurusunda bulundu da olay biraz daha büyümek zorunda kaldı. Davanın sonucu hakkında maalesef bilgim yok. Ama böyle bir kazada sesini çıkarmamanın, hakkını aramamanın nedeni ne olabilir?
“Kader”, “kul hakkı” gibi söylemler işçi sağlığı ve iş güvenliği alanına daha fazla girerken, bunların karşısında hala elimizde tuttuğumuz “insan hakkı”, “işçi sınıfının kazanılmış hakları”nı söylemleri için en az iki yüz yıldır mücadele etmiyor muyuz? Aydınlanmaya karşı açılan savaşın, bu alana da girdiğini fark etmiyor muyuz? Eğer bunların farkındaysak salt vicdani bir “iş cinayetleri olmasın” söylemi de, toplumsal ilişkiler ağından yalıtık, saf bir “işçi sınfının hakları, mücadelesi” söylemi de yetersiz kalacak. Emekçilerin gözlerini yaşanan maddi süreçlerden ayırmaması için, aydınlanmaya gereksinimleri olduğu da, işçi sağlığı ve iş güvenliği konusunun da bundan muaf tutulamayacağının da farkında olmalıyız. Kısacası, daha fazla söz söylemeli, üretmeli, aydınlatmalı ve ahkam kesenleri ancak öyle susturmalıyız…

Yorumlar