Kuralsız ve baskıcı emek rejimine bakarken... İnşaat Sektöründe İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği


(Eğitim Sen'in Eğitim Bilim Toplum dergisi için hazırlanmıştır)


Doç.Dr. Gürkan Emre Gürcanlı
İstanbul Teknik Üniversitesi, İnşaat Fakültesi, Öğretim Üyesi

Özet

İşçi sınıfının daha az ücretlerle, daha fazla çalıştığı, çalışma saatlerinin belirsiz olduğu,
güvencesiz ve güvensiz  çalışma yaşamının tali değil, geleneksel üretim yapısının yerini alan asli emek rejimi haline geldiği bir süreç yaşanmaktadır. Bu sürecin önemli bir boyutu da, işçi sağlığı ve iş güvenliği konusunda emekçi sınıfların kazanımlarını kaybetmesi, daha fazla ve daha şiddetli iş kazaları ve meslek hastalıklarının kurbanı olmasıdır. Ortada ciddi bir sınıf savaşımı bulunmakta ve bu savaşta sayısız erkek ve kadın işçi yaşamını kaybetmektedir. Emek ve sermaye arasındaki ilişkiye bakıldığında ise, emekçi sınıfların pek çok kazanımını kaybettiği, kapitalizmin kuralsız, esnek ve baskıcı çalışma koşullarının, taşeronlaşmayı asli bir üretim şekli haline getirdiği görülmektedir. Söz konusu süreçler baskıcı bir emek rejimi bağlamında incelenmelidir. İnşaat sektörü de, kuralsız, düzensiz, esnek ve taşerona dayalı üretim yapısıyla artık geneli daha fazla yansıtan bir sektör haline gelmiştir. Toplam istihdamdaki payı yüzde 6-7 düzeyinde kalan inşaat sektörünün, toplam ölümlü iş kazalarındaki payı yaklaşık üçte bir oranında olup, yılda ortalama 350 işçinin yaşamını yitirdiği bu sektör, ölümle sonuçlanan iş kazalarında ilk sırada yer almaktadır. Bu yazıda emek sermaye çelişkisi bağlamında işçi sağlığı ve iş güvenliği incelenmiştir. Kuralsız, esnek ve taşerona dayalı üretimin giderek hakim hale geldiği gerçeği vurgulanmış, inşaat sektörü özelinde emek sermaye çelişkisinin en yoğun hissedildiği alanlardan işçi sağlığı ve iş güvenliği alanına yoğunlaşılmış, inşaat sektöründeki iş kazaları ve meslek hastalıkları verileri değerlendirilmiştir. Yapılan değerlendirmeler ışığında işçi sağlığı ve iş güvenliğinin sınıf mücadelesinin en temel bileşenlerinden birisi olduğu vurgulanmıştır.

Summary

Current conditions of working life are characterized as decreasing wages while increasing and undefined working hours and these insecure and unsafe characteristics of the working life means that traditional or essential structure of capitalist production replaced by these subordinate  (or secondary) forms of production. Another point it should be pointed that, working classes have been loosing their rights and they have been victim of high number of severe and fatal occupational accidents and deseases. In fact, there is an appearent class struggle on the scene and capitalism has transforming its fundamental forms of production into subordinate forms such as irregular, inordinate, “flexible”, despotic and subconractoring and/or outsourcing based forms for years. These course of events should be ascertained from the view of oppressive (or despotic) labour regime conceptual framework. Construction industry has become a sector which reflects the whole characteristics of capitalism with its irregular, inordinate structure and contingent forms of work based on subconracting. Morever, construction industry’s share in total workforce is nearly 6 or 7 percent while it is responsible nearly 35 percent of total fatal occupational accidents and with an average 350 yearly fatalities the industry ranks first among all industries. In this paper, occupational health and safety is ascertained under the guidance of labour and capital antagonism. Irregular, inordinate, flexible, despotic and subconractoring and/or outsourcing based forms as prevalent and dominant characteristics of todays capitalism and their effects on occupational health and safety are ascertained and discussed. Construction industry is chosen as a focal point to reveal labour and capital antagonism in form of occupational accidents and deseases, statistical figures upon accidents are examined, analyzed and discussed. From the view of these evaluations, the importance of occupational health and safety as an essential element of class struggle is emphasized.
Giriş

Yaşadığımız yılların insanlık tarihi açısından olumlu olarak anılmayacağı hemen hemen herkes tarafından söylenebilir. Sermaye sınıfının 1980’lerle birlikte başladığı karşı saldırı, 1990’larla birlikte  sosyalist ülkelerin çözülüşü, 2000’li yıllarla birlikte emperyalizmin tüm dünyayı yeniden şekillendirmeye başlaması ve bunda da bölgesel savaş, askeri müdahaleyi harekete geçirmesi, sonraki yıllarda “demokratik” müdahale biçimleri ile ülke rejimlerini şekillendirmesi kısaca süreci özetleyebilir. Tüm bu süreçlerin emekçi sınıflara yansıması işsizlik, yoksullaşma, çalışma koşullarının giderek kötüleşmesi, örgütsüzleşme/sendikasızlaşma olurken, işçi sınıfı içinde etkisini artıran ideolojiler kadercilik ve milliyetçiliği (kimi zaman mikro-milliyetçilik) bir potada eriten gerici, dinsel ideolojiler haline gelmiştir. İşçi sınıfının özetle “daha az ve daha kötüyle” yetinebilmesi ve başkaldırmaması, baskıcı bir emek rejiminin kurulması için de örgütlü toplum, yerini cemaatlerin kök saldığı toplumlara bırakmıştır. Ülkemizde yaşanan süreçler de dünyadan bağımsız gerçekleşmemiştir.

Tüm bu özet gidişat içinde işçi sınıfının daha az ücretlerle, daha fazla çalıştığı, çalışma saatlerinin belirsiz olduğu, güvencesiz ve güvensiz çalışma ortamının tali değil, geleneksel üretim yapısının yerini alan asli emek rejimi haline geldiği bir süreçten söz edilmelidir. Bu sürecin önemli bir boyutu da, bu yazıda vurgulanacağı üzere işçi sağlığı ve iş güvenliği konusunda emekçi sınıfların kazanımlarını kaybetmesi, daha fazla ve daha şiddetli iş kazaları ve meslek hastalıklarının kurbanı olmasıdır. İşin doğrusu ortada ciddi bir sınıf savaşımı bulunmakta ve bu savaşta sayısız erkek ve kadın işçi yaşamını kaybetmektedir. Günümüzde de bu savaşta binlerce, milyonlarca emekçi yaşamını yitiriyor. İstatistikler savaşın şiddetini ortaya koyuyor, Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) 2009 yılı açıklamalarına göre her yıl yaklaşık 2 milyon 300 bin insan iş kazaları ve meslek hastalıkları nedeniyle yaşamını yitirmektedir. Dünyada her yıl 270 milyon iş kazası gerçekleşmekte ve 160 milyon insanda çalışmadan kaynaklı hastalık meydana gelmektedir. Ekonomik krizlerin gelişkin kapitalist ülkeleri etkisi altına almadığı döneme ilişkin bu tahminlere göre dünyada her 15 saniyede bir işçi, iş kazaları veya meslek hastalıkları nedeniyle hayatını kaybetmektedir. Her gün yaklaşık 6 bin 300 kişi iş kazası veya meslek hastalıkları nedeniyle yaşamını kaybetmektedir. Her yıl yaklaşık olarak 360 bin kişi iş kazası, 1 milyon 950 bin kişi ise meslek hastalıklarından dolayı yaşamını yitirmektedir. Her yıl 270 milyon iş kazası meydana gelmekte ve 160 milyon kişi meslek hastalıklarına yakalanmaktadır. Her yıl, çoğunlukla yoksul ve dünya kapitalist sistemininin en altındaki ülkelerde, zehirli maddelerden dolayı 651 bin işçi yaşamını yitirmekte ve dünyada meydana gelen cilt kanseri hastalıklarının % 10’unun işyerlerinde zehirli maddelerle temas yüzünden oluştuğu belirtilmektedir. ILO’ya göre bildirim ve kayıt sistemindeki eksiklikler nedeniyle çoğu ülke için bu rakamların tahminlerden daha yüksek çıkması kaçınılmazdır. Her yıl silis tozundan kaynaklanan ve ölümcül bir akciğer hastalığı olan silikosis, on milyonlarca insanın hayatını etkilemektedir. Latin Amerika’da maden işçilerinin % 37’si bu hastalığa yakalanmıştır. Bu oran 50 yaşın üzerindeki işçilerde % 50’ye yükselmektedir. Hindistan’da taş kalem işçilerinin % 50’si ve taş kırma işçilerinin % 36’sı bu hastalığa yakalanmış durumdadır. Bu yazının konusu olan inşaat sektörüne ilişkin ise  ILO rakamları sektörel anlamda bir kıyımın her yıl yaşandığını göstermektedir. ILO rakamlarına göre tüm dünyada inşaat sektöründe her yıl 60.000 ölümcül kaza yaşanmakta ve buna göre her 10 dakikada bir kişi bu şekilde iş kazası sonucu yaşamını yitirmektedir (www.ilo.org). Her savaşın iki tarafı vardır ve işçi sınıfının, emekten yana güçlerin işçi sağlığı ve iş güvenliği alanını bu açıdan ele almaları gerekmektedir.


Emek-Sermaye çelişkisi bağlamında işçi sağlığı ve iş güvenliği

Sermaye sınıfı, üretim süreçlerinde işçi sınıfı ile ücret pazarlığı yapabilir, ücretler ve sosyal haklar üzerinden tartışabilir. Ancak üretimin kendisi, üretim teknikleri, üretimin yapısı ve tüm bunlarla ilişkili olarak çalışma koşulları sermaye açısından dokunulmaz bir alandır. Bu alanın yeniden düzenlenmesi ve sermayenin geriletilmesi ancak ciddi sınıf mücadelelerinin sonucudur. İşçi sağlığı ve iş güvenliği tam da buraya oturmaktadır. Zira bir yanda emek, ekonomik haklarının yanı sıra, insanca çalışma koşulları talep ederek sermayenin karşısına çıkar ve onun için en karlı olan üretim yapısını değiştirmeye zorlar. Sermaye ise bu alanı dokunulmaz ilan eder, yasal düzenlemelere boğar, devletin bu alana müdahalesini mümkün olduğunda en aza indirmeye çalışır ve işin özünde istediği gibi davranmak ister. Bu alanın dokunulmaz olmasının en büyük nedenlerinden birisi de, doğrudan varolan düzenin sorgulanmasını da beraberinde getirecek olmasıdır. İşçi sağlığı ve iş güvenliğine de bu açıdan bakmak gerekir. Kapitalizm dünyada gerçek anlamda çalışanların ancak çok küçük bir bölümüne sağlıklı ve güvenli bir çalışma ortamı sunar ki bu da işçi sınıfının yıllar boyunca süren mücadeleleri sonucunda elde edilmiş haklardır. Gelişkin kapitalist ülkelerde de, merkezin, daha doğrusu kent merkezlerinin biraz dışına çıktığınızda, göçmen emeği kullanımının, azınlıkların iş gücü piyasasında ucuz işgücü olarak kullanımının, daha doğru bir ifadeyle kuralsızlığın hakim olduğu bölgelerde de, geri kalmış ülkelerin neredeyse birebir yansımasını bulursunuz. ABD’de Meksikalı göçmenler, Avrupa’da eski sosyalist ülkelerden gelen nitelikli, Afrika ve Ortadoğu’dan gelen niteliksiz ve her ikisi de ucuz iş gücü olarak kapitalizmin çarklarının dönmesini sağlamaktadır. Türkiye ve özellikle inşaat sektörü söz konusu olduğunda da göçmen emeğinin rolü ciddi boyutlardadır. Tüm bu kuralsızlık giderek yaygınlaşarak, kötü çalışma koşullarını tali değil, asli hale getirmiştir. O bakımdan örneğin bir Alman metal işçisinin çalışma koşulları geneli hemen hemen hiç yansıtmaz.

Toplumsal-sınıfsal zorun henüz örgütlenmemiş olduğu, insanın temel fizyo-psikolojik gelişim süreçlerini tamamladığı dönemlerde emeğin karakterini belirleyen kuşkusuz yaratıcı, kolektif, ürünüyle değerli, emekçinin kendi emeği üzerinde söz sahibi olduğu, çok yönlü ve gelişen bir özellik taşıyordu. Ancak kapitalizm içinde bu özellikler üst yapıdaki baskının, alt yapısal ilişkilere de neredeyse birebir yansımasıyla baskıcı bir karakter almış, insanın sağlıklı ve mutlu olmasının ve buna uygun çalışmasının nesnel zemini varken, kapitalizmin insanlık tarihselliğinde egemen olmasıyla birlikte sağlık (ve haliyle işçi sağlığı ve iş güvenliği) tanımı; işçilerin sermaye birikim sürecindeki uygun toplumsal rollerini başarması kapasitesi olarak anlaşılmaktadır. Bir başka ifadeyle, sermayenin istediği düzeyde üretkenlik için asgari düzeyde işçi sağlığı ve iş güvenliği yeterlidir. Bunun ötesini talep etmek sermaye açısından kabul edilemez.

Emek verimliliğinde 1997’den 2010’a gelindiğinde yüzde 47.4 artış varken, iş kazası ağırlık hızında ise yüzde 21 ve ölümlü iş kazası sayısında da yüzde 35 artış tespit edilmiştir. Emek-sermaye çelişkisinin işçi sağlığındaki karşılığı olan bu durum, aynı zamanda “emeğin sağlıklı olma hakkı”na yönelik verilen mücadeleyi de anlaşılır bir zemine taşıyarak meşruiyet kazandırmaktadır. Tüm bu söylenenleri en iyi yansıtan sektör ise inşaat sektörüdür. İnşaat sektörü yapısı itibariyle özel sektörün ağırlıkta olduğu, taşeron kullanımının yaygın ve neredeyse vazgeçilmez olduğu, kuralsız ve esnek işgücünü emen bir özellik gösterir (MSG Dergisi, 2011:1). Prof. Dr. Giovanni Berlinguer’in İş ve Sağlık ile İlgili Olarak Etik Sorunlar başlıklı yazısında da vurguladığı gibi karın maksimizasyonu, maliyetlerin minimizasyonu ile işçi sağlığı ve iş güvenliği arasında derin bir çelişki vardır. Berlinguer bu durumu “İşçilerin sağlık ve güvenliğini sağlama ile işte minimum maliyet ve maksimum üretimi sağlama arasındaki çelişki her zaman var olmuştur” diyerek ifade etmiştir. Berlinguer’e göre “Bu değerler ve yararlar arasındaki ilişki, ekonomik durumdan, sosyal grupların göreli gücünden, kanunlardan, hükümetten, etik ilkelerden her zaman etkilenmiştir” (Berlinguer, 2000:41).

Dikkat çekilmesi gereken önemli bir nokta, işçi sağlığı ve iş güvenliğinin bir hak olarak kabul edilmesinin çok yeni bir olgu olduğudur. İşin teknik boyutuyla ilgilenenlerin ”olumlu” uygulamalara örnek olarak verdiği iki ülkeden İngiltere’de 1972 yılında Lord Robens’ın başkanlık ettiği komitenin hazırladığı rapor ve önerileri bugün Commonwealth ülkelerindeki işçi sağlığı ve iş güvenliği mevzuatının temelini oluşturmuştur. Raporda dikkat çekici husus, bugüne kadar diğer iş ve ticari amaçlardan birisi olarak şirket bünyesinde çözümlenmeye çalışılan işçi sağlığı ve iş güvenliğinin dıştan kuruluşların müdahalesiyle düzenlenmesi ihtiyacına yapılan vurgudur. Öncesinde tüm teknik düzenlemeleri bir araya toplayan bir yasa veya yönetmelik bulunmamaktaydı ve anglo-sakson hukuk sisteminin doğal yapısı olarak, geçmişte gerçekleşen iş kazalarına ilişkin içtihatlar temel alınmaktaydı (Lingard/Rowlinson, 2005:35-36). Keza  ABD’de 1970 yılında çıkarılan İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Tüzüğünü (Occupational Safety and Health Act, 1970) kabul etmeden önce herhangi bir kazanın ya da hastalık için tazminat verilip verilemeyeceğini değerlendirmek üzere yapılan muayenelerde bu olayın sebebinin kaza (ani, beklenmeyen bir durum) olması, olayın yer ve zamanının kesin olarak belirlenmesi şartı aranmaktaydı. Bu uygulama birçok kaza ve hastalığın işyeri ortamında rutin ve beklenen bir olay olarak değerlendirilerek işçinin tazminat almasını önlemiştir. Komisyon aynı zamanda, her türlü meslek hastalığı iş kazası vs için tıbbi bakım ve rehabilitasyon hizmetlerinin dolar karşılığı maliyeti ve bu hizmetlerin süresi ile ilgili bir sınır getirmeyecek şekilde yeniden düzenleme yapılması hakkında tavsiye kararı almıştır (Ladou, 2002: 6).

İş kazalarının, doğrudan yapılan iş ile uygun illiyet bağı hukuksal açıdan da temel kabullerden biridir. Bunun kabul edilebilmesi de ancak, yukarıda verilen örnekten de anlaşılacağı gibi sınıf mücadelelerinin bir sonucu olarak sonradan ortaya çıkmıştır, meslek hastalıklarının yapılan işle bağının Ramazzini’den beri bilinmesine karşın, çalışma yaşamında işçi sağlığı açısından teknik ve hukuksal olarak temel olarak alınmasının yeni olduğu gibi. Öte yandan Özdemir’in altını çizdiği gibi "iş kazası" kavramı, işyerinde işçinin karşı karşıya kaldığı istenmeyen, beklenmeyen, ihmalkarlık, dikkatsizlik ve şanssızlık sonucu meydana gelen olayları kapsar. "İş kazası"na "şanssızlık sonucu meydana gelme" anlamı içkindir ve bu kavramda yeterince açık olmayan ise "şans"ın da toplumsal olarak üretilen, sınıfsal bir nitelik taşıdığıdır. Diğer bir deyişle, ait olunan sınıf, üretim sürecindeki yerinizi belirlediği gibi iş kazasına maruz kalma "şans"ınızı da doğrudan belirler. Bu noktadan hareketle, iş kazası ve işçi sağlığı  kavramlarının kapitalist sistemde emek ve sermaye sınıflarının göreli güçleri ve sermaye birikim rejimleri içinde anlaşılabileceği vurgulanmalıdır (Özdemir, 2001: 2).

Biz eğitimcilerin çoğu kez öğrencilerimiz üzerinden gözlemlediği bir olgu, ait oldukları sınıfa ve toplumdaki katmandaki yerlerine göre, çevrelerindeki yakın veya uzak akraba ölümlerinin ne kadar farklı olduğudur. Her emekçi ailesinde mutlaka önemsiz veya önemli bir iş kazası vakası gerçekleşmekte ve çocuklar bunun yarattığı travmaları aile içinde gözlemlemektedir. Ancak AKP’nin öne sürdüğü kesintili eğitim ile artık çocukların bu kazalara bizzat maruz kalma oranları da giderek artacaktır. Eğitim Sen’in bu konudaki uyarısı son derece yerindedir, zira mesleğe yönlendirmenin 10 yaşından sonra yapılacak olması, henüz eğitim sürecinin başında olan ve gelecek ile ilgili sağlıklı kararlar veremeyecek durumda olan çocukların erken yaşlarda yapacağı bilinçsiz seçimleri gündeme getirecek ve sonraki yıllarda öğrencilerin söz konusu seçimlere mahkum kalması riskini arttıracaktır. Dünya ülkeleri mesleğe yöneltme yaşını ortaöğretim (lise) başlangıcına doğru yönlendirirken, pedagojik olarak hiçbir faydası olmayan erken yaşta mesleğe yönlendirme uygulaması çocuklara yapılacak en büyük kötülük olacaktır (Eğitim Sen, 2012). Ayrıca meslek liselerinin doğrudan özel sektörü teslimi geniş bir sömürü cenneti yaratacak, MEB, mesleki eğitimi teşvik amaçlarıyla organize sanayi bölgelerinde kurulacak okullar için öğrenci başına teşvik verecektir. 10 yaşından itibaren patronlar için çalışmaya başlayacak çocuklar açısından durum, çocuk işçiliğin yasalaşması, çıraklık yaşının 14’ten 11’e düşürülmesi, toplumsal kaynaklardan sermayeye bu “okullar” aracılığıyla pay aktarılmasıdır (Seçkin, 2012:7). İşin bir diğer boyutu, baskıcı emek rejimi olarak tarif edilebilecek üretim ilişkilerinin, yaşı giderek küçülen işçiler üzerinde son derece rahat bir şekilde uygulanabileceği olgusudur. İşyerlerinde çıraklara bırakın işçi, insan muamelesi bile yapılmadığı, dayak ve küfürün sıradanlaştığı çalışma ortamlarında yaşananları görmek için herhangi bir organize sanayi bölgesine girip çıkmak yeterli olacaktır. Aşağıdaki satırlar Gebze veya İkitelli’yi değil, bundan iki asır öncesinde yaşananları anlatmaktadır:

Ve insan tek tek barbarlık olaylarını okuduğu zaman, nezaretçilerin, çocukları yataklarından nasıl çırılçıplak yakalayıp kaldırdığını ve giysileri kollarında nasıl tekme-tokat fabrikaya kovaladığını, uykuya dalmasınlar diye çocukları nasıl yumrukladıklarını, yine de çalışırken başlarının nasıl önlerine düştüğünü, nezaretçi bağırınca zavallı bir çocuğun nasıl sıçrayarak uyanıp, çalışmayan makinesinin başında tüm hareketlerini nasıl otomatik biçimde sıralayıverdiğini okuduğu zaman; çocukların eve gidemeyecek kadar yorgun ve uykulu oldukları için uyumak üzere kurutma odasındaki yün yığınları arasına nasıl saklandıklarını ve fabrikadan nasıl kayışlarla dövülerek kovalandıklarını okuduğu zaman; her gece kaç yüzünün eve yemek yiyemeyecek kadar uykulu ve iştahsız geldiğini, ana-babalarının onları, yatmadan önceki dua sırasında, yataklarının baş ucunda diz çöküp dua ederken uyuyakalmış bulduklarını okuduğu zaman (...) insanseverliği ve fedakarlığıyla övünen bir sınıfa karşı öfkeyle ve hınçla dolup taşmaz da ne yapar? (Engels, 1997: 201).

12 yıllık kesintili eğitimin, “genç”lerin mesleki eğitimine katkısından söz eden hükümet üyeleriyle, Engels’in aktardığı bir raporun hazırlayıcısı ne kadar da benzerlikler göstermektedir:

“Bir de, çocukların çalışmasını burjuva nasıl tanımlıyor onu duyalım: “Birkaç aya yayılan bir dönemde Manchester’da ve yöresinde birçok fabrikayı ziyaret ettim; iplik eğirme atelyelerine, beklenmedik bir anda değişik saatlerde ve çoğu zaman yalnız girdim; bir çocuğa dayak cezası uygulandığım hiç mi hiç görmedim; huysuz bir çocuk da görmedim. Hepsi her zaman neşeli ve uyanıktı; adalelerinin hafif hafif çalışması ve yaşlarının doğal gereği olan hareketlilik onlara keyif veriyordu. Sanayi sahnesi, benim kafamda üzücü duygular uyandırmak şöyle dursun tam tersine her zaman çok keyif vericiydi; çıkrık taşıyıcı merdaneden geri gitmeye başladığı zaman [sayfa 234] çocukların çevik hareketlerle, kopmuş iplikleri bağlamalarını görmek ve küçücük parmaklarının birkaç saniyelik bu hareketinden sonra, germe ve bobin dolamı bir kez daha tamamlanıncaya dek, diledikleri biçimde keyif çatmalarını gözlemek çok zevkliydi. Bu kıpır kıpır cinlerin çalışması, alışkanlığın onlara zevkli bir hüner kazandırdığı bir spora benziyordu. Hünerlerinin bilincinde, onu herhangi bir yabancıya göstermekten çok keyif duyuyorlardı. Gündelik işin onları tüketmesine gelince, akşam vakti fabrika çıkışında böyle bir şeyin izi yoktu; çünkü en yakındaki oyun alanına seke seke koşuşmaya, okuldan fırlayan bir oğlan çocuk çevikliğiyle küçük oyunlarını oynamaya başladılar.” (Engels, 205).


İş kazaları neden olur?

Çok basit bir soru gibi görünse de, Özdemir’in yukarıda altını çizdiği noktalardan devam ederek iş kazaları ve meslek hastalıklarıyla ilgili bazı klişe ve efsaneleri ortadan kaldırmak gerekmektedir. Keza eğitim emekçilerinin bir dergisinde, özellikle eğitimcilerin iş kazalarına bilimsel ve emekten yana bakışlarını sağlamak, eğittikleri, gelişmeleri için gayret gösterdikleri öğrencileri açısından da bir zorunluluktur. Altuntaş yerinde bir tespitle (Altundaş, 2011:11), iş kazaları söz konusu olduğunda, iş kazası tanımı en fazla üzerinde hemfikir olunan, en az tartışmalı başlık olarak karşımıza çıkmaktadır der ve  iş kazalarının kaçınılmaz bir biçimde üretim süreciyle ilişkili oluşunun, işçinin, sermaye sahibinin, üretim araçlarının ve metanın; bunlardan en az birinin kazadan etkilenmiş olmasının iş kazası denildiğinde ortak bir algının da oluşmasını sağladığını vurgulayarak, Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) iş kazaları tanımına gönderme yapar. Bu tanıma göre  “Yaralanmalara, ölümlere, üretim kayıplarına ve zararlarına yol açan planlanmayan olaylar” olarak tanımlanmaktadır”. Öte yandan üzerinde uzlaşılan bir başka konu da pek çok kaynakta defalarca vurgulandığı üzere iş kazalarının % 98’inin, meslek hastalıklarının ise % 100’ünün önlenebileceğidir. Buradan devam edersek, bu verilerin bilimsel dayanaklarına ilişkin konu ile ilgili epidemiyolojik araştırmaları, Uluslararası Çalışma Örgütünün raporlarını, Avrupa İş Sağlığı ve Güvenliği Ajansının raporlarını, Amerikan Ulusal Mesleki Sağlık ve Güvenlik Enstitüsü’nün raporlarını değerlendirmeye çalıştığında yukarıdaki veriyi doğrulayan bir kaynağa Altundaş gibi, bu makalenin yazarı da ulaşamamıştır. Konunun önemi yukarıdaki ifadeden hareketle iş kazalarının %98’i önlenebilir ise %2’sinin önlenemeyecek oluşu sonucuna varılmasıyla ilişkilidir. İş kazalarının bir bölümünün önlenemez olduğu sonucuna bizi götürebilecek yaklaşımın kaynağı iş kazalarının hangi faktörlerin etkileşimi sonucu ortaya çıktığını açıklamaya dönük teorilerden en eski ve tarihsel olanı olabilir. 1930’larda tanımlanan Domino Teorisi kazaların % 88’ini insanların güvenli olmayan davranışlarına (güvensiz hareket), % 10’unu güvenli olmayan eylemlere (güvensiz koşullar) bağlarken; geriye kalan % 2’sinin ise “Allahın işi-takdiri-” “Acts of God” olduğunu varsayıyordu. Böylelikle % 2’sinin nedeni açıklanamayan iş kazalarının önlenebilirliğini tartışmak da mümkün olamayacaktı (Altundaş, 2011:13).

Bu satırların yazarının da defalarca inşaat sektöründe çalışanlar, yöneticiler ve mühendislik öğrencileriyle yaptığı çalışmalar ve yüz yüze görüşmelerde öne çıkarılan en önemli unsur “güvensiz davranış” ve “eğitim” unsurudur. Buna göre kazaların esas nedeni işçilerin eğitimsiz olması ve hatalı davranışlarıdır. Geçen aylarda İstanbul’un en merkezi mekanlarından birisinde, büyük bir yangın çıkan inşaatın dış cephesinde şunlar yazmaktadır:

Kazaların 4 Ana nedeni
Göremedim
Düşünemedim
Bilmiyorum
Acelem var!

Demek ki ortada ciddi bir yanlış algı bulunmakta, sermaye sınıfı ve onun temsilcileri tarafından da bu algı sürekli yeniden üretilmektedir. Tuzla tersanelerine dönük olarak yapılan çalışmalarda da, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, işçilerin eğitimsizliğini kazaların ana etmeni olarak görmektedir. Tüm bunların ötesinde konuyla ilgisi olmayan birisi için bile iş güvenliği denince ilk imgenin “baret” olması, ideolojik açıdan iş kazalarını algılama konusunda burjuva ideolojisinin egemenliğini göstermektedir.

“İş kazaları neden olur?” sorusuna verilmemesi gereken yanıtları yavaş yavaş ortaya koymaya başladıkça yanıt yavaş yavaş kendisini ortaya çıkarmaya başlamaktadır. Kapitalizmin doğuşuyla birlikte üretim güçleri en yoğun biçimde kullanıma sokulmuş, insan emeği insanlık tarihinde hiç olmadığı kadar yoğun bir şekilde, toplu emek biçiminde doğayı değiştirmeye, biçimlendirmeye başlamıştır. Kapitalizm sürekli kar etmek ister, kar etmek için de sürekli üretmek ve büyümek zorundadır. Kar etmek için insan emeğini sömürmek, emek sömürüsünü, tek tek emekçiler bazında sömürü oranını artırmak zorundadır. Tek bir emekçiyi düşündüğümüzde artı değerin artırılması için:

-Ücretleri düşürülmeli,
-Ücreti aynı kalsa da daha uzun ve yoğun çalıştırılmalı,
-Ücret haricindeki tüm giderleri ortadan kaldırılmalı veya azaltılmalıdır.

Dolayısıyla, uzun, yoğun ve yorucu çalışma ile birlikte, işyerlerindeki risklere karşı alınması gereken iş güvenliği önlemlerinin alınmaması olgusu zorunlu olarak kendisini işaret etmektedir. Büyük işletmelerde verimliliği artırmak için iş güvenliğine önem verildiği doğru olmakla birlikte, bunun fazla bir masraf getirdiği düşünüldüğünde hemen kısıntıya gidilen ilk “masraf” kalemidir, küçük işletmelerde ise böyle bir kalem düşünülmemektedir bile. Buradan bir noktaya daha işaret etmekte yarar vardır ve ilerleyen bölümlerde tartışılacaktır; işyeri ölçeği ve işin parçalara ayrılması.

İşyerlerindeki risklere biraz yoğunlaştığımızda, her türlü üretim sürecinin kendine has riskler barındırdığı görülecektir. Kimyasallar, tozlar, yüksekte çalışma, kesici batıcı cisimler, elektrik, makina kullanımı hepsi de işçileri tehdit eder. Güvenli bir çalışma için “İşçiler eğitimsiz ve verdiğimiz kişisel koruyucuları kullanmıyorlar (baret, gözlük, eldiven, emniyet kemeri gibi)” söylemi riskli çalışma ortamlarında belki de söylenecek en son hususlardan birisidir. Zira iş güvenliği uzmanları açısından riskleri önleme hiyerarşisinde en önemli husus “ortam”ın değiştirilmesi ve güvenli hale getirilmesidir. Bunun için sırayla aşağıdaki hususlar vurgulanmalıdır:

1. Tehlikeli işlerin yapılmaması  gerekir. Örneğin: Kot taşlama insanlık için zorunlu bir iş değildir. Kot taşlamayı sağlıklı ve güvenli bir şekilde yapmak için işçilerin tam anlamıyla bir astronot gibi giyinmesi şarttır, aksi takdirde silikosis hastalığı çok kısa zamanda kesinlikle ölümlere yol açmaktadır. Yapılması gereken kot taşlamayı yasaklamaktır! İşçilere verilecek eğitim ve maske gibi kişisel koruyucuların anlamı bulunmamaktadır.

2. Tehlikeli maddelerin, yöntemlerin, araç ve ekipmanların kullanılmaması gerekir. Örneğin Asbest kanserojen bir maddedir. Kullanım kolaylığı ve ucuzluğu nedeniyle özellikle inşaat sektöründe kullanılır. Dünya Çalışma Örgütü (ILO) verilerine göre, her yıl asbest yüzünden 100 bin kişinin yaşamını yitirdiği tahmin edilmektedir. Üstelik dünyada asbest üretimi 1970’lerden bugüne sürekli azalmasına rağmen, geçmiş dönemde temasta bulunanlar için risk hala devam emektedir. Türkiye’de daha yeni yasaklanmakla birlikte, evlerimizin çatılarında ve tesisatlarda hala bulunmakta olup, tamir ve bakım işlerinde ortaya çıkabilecek riskler hala yerinde durmaktadır. Bunun yerine daha sağlıklı malzeme kullanılabilir, ancak kapitalizm ucuz, verimli, karlı olanı, tehlikeli de olsa sonuna kadar kullanmakta ısrar eder ve karşılığında binlerce işçiyi öldürür. Mücadeleler belli bir noktaya gelince yasaklanır ve “cezalar” verilir. Örneğin firma ismini bir yapı malzemesi gibi kullandığımız ve çoğumuzun aşina olduğu Eternit firması, dört büyük fabrikasından İtalya/Casale'de çalışan işçiler ve Casale halkında yol açtığı ölümcül sonuçlardan dolayı
işçi aileleri, belediye ve sendikalara ödemek üzere Şubat 2012'de toplam 95 milyon Euro cezaya
çarptırıldı. Aynı zamanda firmanın iki sahibi, Stephan Schmidhein ve Louis de Cartier, 16'şar yıllık hapis cezalarına çarptırıldılar. 35 bin kişinin yaşadığı Casale şehrinde, yaklaşık 2000 kişinin asbeste bağlı akciğer/ akciğer zarı kanserinden öldüğü hesaplanmıştı (http://aawl.org.au/content/jail-sentence-asbestos).

3. Tehlikeli işlerde, risklerin azaltılması gerekir. Aşırı kar hırsı daha riskli çalışma ortamları yaratmıştır. Tehlikeli işleri ortadan kaldırmak mümkün değilse ve tehlikeli maddeleri kullanmak zorunluysa, üçüncü aşamaya geçilir ve risklerin azaltılmasına çalışılır. Ama bunun için de esas ulaşılması gereken nokta ilk önce ortamın güvenli hale getirilmesidir. Örneğin binlerce insan yüksekten düşme sonucu yaşamını kaybetmektedir, bunun için yüksekte çalışma sırasında, korkuluk, düşmeye karşı ağ sistemleri kurulmalıdır. Yasal olarak da zaten tüm bunlar zorunluluktur.

4. Kişisel koruyucuların kullanımı sağlanmalıdır. Ancak kişisel koruyucuların iş kazaları ve meslek hastalıklarını önlemede temel başlık olmadığı bir kez daha vurgulanmalıdır. İşin bir başka boyutu ise, genel olarak kişisel koruyucu malzemelerin işçileri rahatsız etmesi, çalışmayı zorlaştırması, özellikle hızlı çalışmaya zorlanan işçilerin, kişisel koruyucuları kullanmaları halinde birim zamanda daha az parça/iş üretmeleri ve bu ekipmanı kullanmama eğilimine girmeleridir.

5. İşçilerin yaptıkları işler konusunda eğitilmeleri gerekmektedir. Tüm yukarıda sayılanlar yapıldıktan sonra eğitim ve kişisel koruyucular önemlidir denebilir. Örneğin iskelede çalışan bir işçi, standartlara uygun bir iskelede çalışmalı, korkuluklar kurulmalı, ondan sonra emniyet kemeri olup olmaması ve işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemleri alıp almaması tartışılmalıdır.

Biraz uzun da olsa söylediklerimizi 200 yıl öncesinden özetleyen aşağıdaki alıntı, “neden işçiler ölüyor” sorusunun yanıtlarını vermektedir:

“Durum şudur: Eğer çocuklar dikkat gösteremiyorlarsa, çalıştırılmaları yasaklanmalıdır. Yetişkinler kendilerini tehlikeye atıyorsa, o zaman onlar da tehlikeyi tüm boyutlarıyla kavrayamayan bir çocuk zekasına sahip büyükler olmalıdırlar; bunun için suçlanması gereken de onları, zekalarını geliştirmeleri için elverişli olmayan ortamda tutan burjuvazidir. Ya da makineler kötü düzenlenmiştir; çevresine parmaklık konması gerekir; bunun sağlanması da burjuvazinin işidir. Ya da işçi tehlike tehdidine aldırmayacak kadar baskı altındadır, ücretini haketmek için hızlı çalışmak zorundadır, dikkat gösterecek zamanı yoktur ve bundan da burjuvazi sorumludur. Örneğin birçok kaza, işçilerin çalışmakta olan makineyi temizlemeleri sırasında olmaktadır. Niçin? Çünkü aksi halde burjuva, işçiyi, makineyi, kendi serbest kaldığı saatte durdurup temizlemeye zorlayabilir; işçi de doğal ki kendi serbest zamanının hiçbir anını kurban etmek istememektedir. Her serbest saat, işçi için o kadar değerlidir ki, o saatlerinden birini burjuvaziye feda etmektense çoğu zaman haftada iki kez yaşamını tehlikeye atar. Makinenin temizlenmesi için gereken zamanı patron, işçinin çalışma süresinden çıkarsın, o zaman hiçbir işçi, çalışmakta olan makineyi temizlemeyi düşünmeyecektir. Kısacası, hangi yanından bakılırsa bakılsın, kusur ensonu imalatçınındır ve ondan, çalışamaz hale gelen işçiyi en azından yaşam boyu desteklemesi ve kazayı ölüm izlerse mağdurun ailesini desteklemesi istenmelidir. Manüfaktürün erken döneminde, kaza oranı şimdikinden çok daha yüksekti; çünkü makineler daha düşük nitelikteydi, daha küçüktü, daha karışıktı ve çevresine hiç parmaklık konmazdı. Ancak, tek bir sınıfın yararı uğruna bunca ciddi deformasyona ve sakatlığa yolaçan, çalışkan insanları, burjuvazinin hatasından ötürü iş sırasında ortaya çıkan sakatlıklar yüzünden açlığa ve yoksunluğa mahkum eden duru-mun ciddi biçimde sorgulanmasını gerektirecek ölçüde,çok kaza, hâlâ olmaktadır. İşte size, imalatçıların, nefret edilesi paragözlüğünden ileri gelen, pek hoş bir hastalıklar listesi! Kadınlar çocuk doğuramaz hale geliyor, çocuklar deforme oluyor, erkekler dermansızlaşıyor, kollar-bacaklar ezilip parçalanıyor; yalnızca burjuvazinin kesesini doldurma uğruna hastalık ve sakatlıklarla yüklü hale getirilen kuşaklar bir bütün halinde çökertiliyor (Engels, 1997: 2003-204).

Yukarıda sayılan, risklerin nasıl ortadan kaldırılması gerektiğini, işyerlerinden nelerin risk yarattığını ve kullanılmaması/yapılmaması konusunda  konunun uzmanları zaten hemen hemen  hemfikirdir. Ancak işyerlerindeki risklerin ortaya çıkışı, tek başına işyeri sınırları içinde kalan bir bakış açısıyla anlaşılamaz. İşçi sağlığı ve iş güvenliği sorununu üretim ilişkilerinden ve toplumsal ilişkilerden bağımsız düşünemeyeceğimize göre “neden” sorununa da bu bağlamda yanıt aramak, biraz işyerlerinin dışına çıkmak gerekmektedir.

Özelleştirme, esneklik, kuralsızlık, göçmen işçi kullanımı ve diğerleri; kazalar ve meslek hastalıklarıyla bağı kurulabilir mi?

Özelleştirmeler, esnekleşme ve sonuçlarından birisi olan standart dışı iş sözleşmeleri ile çalışan işçilerde iş kazası ve meslek hastalıklarının sayısının çok daha fazla olduğuna ilişkin pek çok çalışma bulunmaktadır. Öte yandan bu makalede standart dışı diye ifade edilen çalışma şekillerinin artık “standart” hale geldiği ve standart biçimin esnekleşmiş-taşeronlaşmış-baskıcı bir karakter taşıdığı, tüm sektörlerin “inşaat sektörü”ne benzediği iddia edilmektedir. Biraz konuyla ilgili çalışmalara bakıldığında, standart dışı iş sözleşmeleri ile çalışan işçilerde tam süreli işlerde istikrarlı çalışanlara göre daha fazla iş kazası ve meslek hastalığı olduğunu gösteren kanıtlar giderek arttığı görülecektir. Pek çok araştırma standart dışı çalışma ile kaza hızının ve stres düzeylerinin arttığını, iş doyumunun azaldığını ve diğer sağlık üzerine etkili faktörleri olumsuz yönde etkilediğini göstermiştir. Literatüre göre, kaza ve fatalite hızları kendi adına ve  sözleşmeli çalışanlar için tam gün çalışanlara göre en az iki kat fazladır. Bu yarı süreli işler, dağıtım ve kişiye hizmet sektörlerinde giderek daha fazla yer almaktadır. Bu alt sektörlerin düşük eğitimli ve niteliksiz işçiler için oldukça ulaşılabilir olması nedeniyle, emek gücünün en çok incinebilir olanları standart dışı çalışma düzenlemelerine giderek daha fazla maruz kalacaktır. Bununla birlikte standart dışı yarı süreli veya kısa süreli (iş bitene kadar) sözleşmeler ile çalışan işçilerin tazminat hakları daha azdır. Kapsanan işçilerin, işlerini kaybetme korkusu yüzünden hak talepleri daha azdır. Standart dışı çalışma sözleşmeleri olan işçiler, işçi sağlığı tehlikeleri açısında daha fazla risk altındadırlar. Bunlar, ekonomik baskı, yetersiz eğitim ve iletişim sorunları sonucu tehlikeli işlerin yoğunlaşması, kalıcı olmayan işçiler için düzenlemelerin yetersiz oluşu ve bu işçilerin kendilerini korumak için örgütlenememeleridir (Ostry/Spiegel, 2004, aktaran Etiler, 2005:7)

Kuralsız emek rejiminde en çok kullanılan iş gücü göçmen işçilerdir. Bu konuda ayrıntılı bilgi ve özellikle Türkiye’ye dönük kaçak işgücü göçü için ayrıntılı değerlendirme ve sonuçlar için Akpınar’ın ayrıntılı çalışması mutlaka okunmalıdır (Akpınar, 2010: 2-22). Göçmen işçiler için sağlıkla ilgili konuların iki yönü vardır: İşyerindeki iş sağlığı ve güvenliği (OSH) ve işçilerin ve ailelerin genel sağlık koşulları. Bunlar birbirleriyle yakın ilişki içerisindedir. İşçi sağlığı ve iş güvenliği, göçmen işçiler için birçok nedenden dolayı önemlidir. Birincisi, genellikle göçmen işçiler yüksek riski olan sektörlerde çalışmaktadırlar; ikincisi göçmen işçilerin dil ve kültür engelleri özel İşçi sağlığı ve iş güvenliği iletişimi, talimatlar ve eğitim yaklaşımları gerektirmektedir; üçüncü olarak ise bu işçilerin çoğunluğu fazla çalışmaktadır ve genel olarak kötü sağlık koşullarına sahiptirler. Bu nedenle özellikle iş kazalarına ve iş ile ilgili hastalıklara açık bulunmaktadırlar (Akıl, 2005:15) Mevsimlik ve göçmen işçilerin iş kazaları konusunda risk altındaki gruplar arasında olduklarına ilişkin literatürde çok sayıda araştırmaya rastlanmaktadır. Bu durum, gelişmiş kapitalist ülkelerde söz konusu işçilerin yaygın bir biçimde çalışması ile ilişkilidir. Bahreyn’de İnşaat sektöründe çalışan Asyalı göçmen işçilerin diğer işçilerle kıyaslandığında daha fazla iş kazası geçirdikleri gösterilmiştir.  Yine Orta Doğu Ülkelerinde Nepalli göçmen işçiler için iş kazaları ve yaralanmalar açısından riskli işkollarının tarım ve inşaat sektörü olduğu gösterilmiştir. Şangay’da yapılan bir araştırmaya ise 1256 göçmen işçi katılmış ve bu işçilerden % 38,3’ünün bir önceki yıl iş kazalarına bağlı yaralandığı belirtilmiş, bu işçilerin de en fazla yoğunlaştıkları sektörün inşaat işleri ile ilişkili sektörler olduğu belirtilmiştir. Tüm bu araştırmalar göçmen işçilerin en fazla istihdam edildikleri iş kolları olarak iş kazaları ve yaralanmalar açısından en riskli sektörler olan inşaat ve tarımın ön plana çıktığını da göstermektedir (Altundaş, 2011: 13).

Yazarın yurt içi ve yurt dışındaki deneyimleri ve incelediği ceza ve iş mahkemeleri dava dosyalarında da gözlemlediği üzere, yukarıda belirtilen hususlar yalnızca dış göç bağlamında değil, ülke içinde farklı ulusal eşitsizliklerin bu “yeni” emek rejiminde nasıl kullanıldığını göstermektedir. Güney Kıbrıs’ta hizmet sektöründe uzakdoğudan gelen ucuz işgücü kullanılırken, inşaat sektöründe çalışan Kıbrıslıtürkler’in sayısı oldukça fazladır. ABD inşaat sektöründe, ABD vatandaşı olmuş, ancak İngilizce konuşamayan latino diye tabir edilen, Latin Amerika ülke kökenli işgücü ve siyahların (Afro-Amerikalılar deyiminin kullanılması ırkçılık karşıtı gruplarca talep edilmektedir) ağırlığı, tüm işçi sağlığı ve iş güvenliği el kitaplarının İspanyonca ve İngilizce olarak iki dilde hazırlanması zorunluluğunu getirmektedir. Ülkemizde ise Kürt yurttaşlarımızın inşaat ve hizmet sektöründeki ağırlığı bilinen bir olgudur.

Tüm bu kuralsızlaşmanın bir başka boyutu, ortalama çalışma sürelerinin uzaması sonucu ölümlü iş kazalarındaki artıştır.  Çeşitli ülkelerde yapılan ampirik araştırmalar, aşırı uzun çalışma sürelerinin işçi sağlığını ve güvenliğini tehdit ettiğini, iş kazası riskini artırdığını kanıtlamaktadır. Araştırma bulgularına göre günde 8, haftada 40 saat çalışma süresi sağlığa uygundur; iş kazası riski 9. saatten
itibaren katlanarak artmaktadır. Yorgunluk, stres, uyuklama gibi iş kazalarını tetikleyen nedenlerin görülme sıklığı, 9. saatten itibaren belirgin düzeyde yükselmektedir. Yaş, cinsiyet, çalışanın sağlık durumu gibi bireysel özelliklerin yanında, işin ağırlığı ve yoğunluğu gibi işle ilgili özellikler de iş kazası riskini etkileyen değişkenler arasındadır. Aynı araştırmada, işin ve işyerinin organizasyonunun ve iş sürecinin gözetiminin niteliğinin de iş kazası risk düzeyini etkilediği belirtilmektedir (Mütevellioğlu, 2009: 11 ). Öte yandan 1969-90 yılları arasında Sosyal Sigortalar Kurumu arşivlerini inceleyerek 3347 inşaat iş kazasını analiz eden Müngen, inşaat iş kazalarının mesai bitimine yakın saatlerde en çok görüldüğünü, öğle yemeği öncesi saatlerdeki kazaların ise ikinci sırada yer aldığını istatistiklerle göstermektedir (Müngen, 1993).

Yaşadığımız süreçler 19. yüzyılda kapitalizmin doğduğu ve geliştiği dönemleri andırmaktadır. Organize sanayi bölgelerinde üzere sayısız yaralanmalar, inşaat şantiyeleri ve madenlerdeki ölümler teknolojideki gelişime paralel bir şekilde gerilememekte, neredeyse kapitalizmin ilk yıllarındaki görüntüyü yansıtmaktadır. Her ay yazarın da içinde bulunduğu İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin yayınladığı raporlar bu çarpıcı gerçekleri çok iyi yansıtmaktadır. Yine Engels’ten bir alıntı ile neredeyse küçük bazı değişikliklerle günümüzdeki çalışma ortamınının iki asır öncesinin koşullarıyla paralellikler çizdiği görülebilir.

“Makineler arasında çalışılıyor olması, şu ya da bu ölçüde ciddi bazı kazalara yol açar; bu, işçiyi, aşağı-yukarı bütün bütün işe yaramaz hale getiren ikinci tehlikedir. En yaygın kaza, bir parmağın eklem yerinin ezilmesidir; daha az yaygını tüm parmağın, yarım ya da bütün elin, bir kolun, vb. makineye kaptırılması ve kopmasıdır. Bu tür kazaların daha hafiflerinde bile sık sık tetanos görülür ve ölüme neden olur. Deforme insanların yanısıra, Manchester’da çok sayıda sakat insana raslarsınız; şu beriki bir kolunu ya da kolunun bir kısmını yitirmiştir; şu ötekinin ayağı yoktur; bir üçüncüsünün bacağı yarımdır; kendinizi, çarpışmadan henüz dönmüş bir ordunun orta yerinde sanırsınız.
...

Manchester Guardian gazetesi, 12 Haziran-3 Ağustos 1844 tarihleri arasında şu ciddi kazaları haber
verdi (önemsiz olanları yayınlamaz): 12 Haziran, Manchester’da, eli dişliler arasında ezildiği için tetanosa yakalanan bir erkek çocuk öldü. 15 Haziran, Saddleworth’te dişliye kapılan genç parçalanarak öldü. 29 Haziran, Manchester yakınlarındaki Green Acres Moor’da bir makine atelyesinde çalışan genç bir adam, bileği taşının altına düştü, iki kaburga kemiği kırıldı, vücudu korkunç biçimde yaralandı. 24 Temmuz, Oldham’da bir kız makine kayışına yakalandı, kayışla birlikte tam elli kez döndü ve öldü; kırılmamış kemiği kalmamıştı. 27 Temmuz, Manchester’da bir kız, hallaç makinesine (ham pamuğu ilk işleyen makine) kapıldı ve aldığı yaralar sonucu öldü. 3 Ağustos, Dukenfield’da, makinenin çemberine kapılan bir bobin işçisi, tüm kaburga kemikleri kırılarak öldü. 1842’de Manchester Hastanesi, makinelerin neden olduğu 962 yaralanma ve parçalanma olayını tedavi etti; hastanenin sorumluluk alanına giren yöredeki tüm öteki kazaların toplamı 2.426 idi; hesaba göre başka nedenlerle meydana gelen her beş kazaya karşılık iki kazaya makineler neden oldu” (Engels, 1997:201)

Kısacası  Sigortasız ve kayıtsız çalışan sayısındaki artış, uzun ve esnek çalışma saatleri, taşeronlaştırma nedeniyle küçük işletmelerin sayıca artışı, küçük işyerlerinde iş güvenliği önlemlerinin yetersizliği, denetimsizlik ve son dönemde işçi sağlığı ve iş güvenliği hizmetlerinin kendisinin dahi özelleştirilmesi süreci düşünüldüğünde neden iş kazaları ve meslek hastalıkları olur sorusu yavaş yavaş yanıtını bulmaya başlamıştır. Örgütsüz işçi sınıfı iş kazaları ve meslek hastalıklarına mahkumdur. Gelişkin kapitalist ülkeler işçi sağlığı ve iş güvenliğine daha fazla önem vermesi ve sosyal devlet yapıları daha gelişkin olması tamamen örgütlü işçi sınıfının mücadeleleri sonucu olmuştur. İşçiler örgütsüzse daha uzun ve yoğun çalışır, fazla çalışma dikkat dağınıklığına, yorgunluğa ve kazalara neden olur. İşçiler örgütsüzse yasak da olsa tehlikeli maddelerle çalışmak zorunda kalır. Bu tehlikeli maddeler, meslek hastalıklarına, iş kazalarına neden olur. İşçiler örgütsüzse tehlikeli işler yaptırılır. İşçiler örgütsüzse toplu koruma önlemleri alınmaz. Korkuluk yapılmaz, gürültü kontrolü yapılmaz, tozlara karşı havalandırma yapılmaz, genel toplu önlemler alınmaz. İşçiler örgütsüzse kişisel koruyucular verilmez. Çoğu inşaat işçisi hayatında baret, emniyet kemeri, demir burunlu bot, eldiven görmeden kazalar sonucu ölmüştür. Tüm bunlara neden olan çalışma rejimi acımasızdır. Burjuva demokrasisinin ısrarla altını çizdiği “özgürlük” kavramına göre işçiler özgürdür, çalışma koşulları kötü ise ister çalışır ister çalışmaz. Ama işsizlik, işsiz kalma korkusu, açlık ve sayamayacağımız pek çok nedenden dolayı, işçiler tehlikeli her türlü işi yaşamak için yapmak zorunda kalır. Örgütsüz işçi sınıfı yasaları değiştiremez, sermayenin yasalarına bağımlı kalır. Ülkemizde üretimin büyük bir kısmı 50’den az işçi çalıştıran işyerlerinde gerçekleştirilmektedir. Ama ülkemizde işçi sağlığı ve iş güvenliğiyle ilgili yönetmelikler 50’den fazla işçi çalıştıran işyerlerini kapsamaktadır! Yine işçi sınıfının sınıfsal konumuyla devam edersek, eğer işçiler örgütsüzse özelleştirmeler olur, işçiler örgütsüzse her türden üretim kuralsız, esnek kısacası vahşi bir şekilde gerçekleştirilir. İşçinin iş güvencesi yoktur. Bir işe başlar, daha alışamadan başka bir işe gider, uyum sorunu çeker, işine yoğunlaşamaz, işine kendini veremez, uzmanlaşamaz, işin riskleri konusunda deneyim sahibi olamaz. Keza işçi sınıfı örgütsüzse sosyal devletin kazanımları ortadan kalkar. Devlet denetimi ortadan kalkar. Güvencesiz, kuralsız ve esnek çalışma ortamı işçilerin psikolojisini olumsuz yönde etkiler. Açlık, yetersiz beslenme, yoksulluk, yaşam kavgası, barınma sorunu, kentlerin giderek yaşanılmaz hale gelmesi, ulaşım ve pek çok sorun kapitalizmin acımasızca işçilere dayattığı sorunlardır. Bu sorunlar tüm işçilerin psikolojisini bozar, onları umutsuz hale getirir. Bu ruh hali işyerinde çalışırken ise kayıtsızlığa ve dikkat dağınıklığına ve çoğu kez kazalara neden olur. Neden sonuç ilişkilerini daha da artırmak mümkündür, kısacası kapitalizm ne kadar acımasızsa o kadar çok iş kazası ve meslek hastalığı olur...

Baskıcı emek rejimi bağlamında geneli yansıtan bir sektör: İnşaat sektörü

Buraya kadar söylenenlerden yola çıkarak inşaat sektörüne yoğunlaşmadan önce, inşaat sektörünü anlamak ve değerlendirmek açısından yazarın ortaya koymaya çalıştığı çerçeveyi net hale getirmek anlamlı olacaktır. Bu yazıyla amaçlananı anlamak açısından, emek-sermaye çelişkisinin günümüzde geldiği noktada; işçi sınıfının muazzam bir gerileme yaşadığını, bu gerilemenin kurallı emek rejimini ortadan kaldırdığını, kuralsız, esnek çalışmanın artık tali değil, asli bir üretim haline gelmeye başladığını, süreci ve yeni baskısı emek rejimini en iyi anlatan sektörlerden birisi olarak da inşaat sektörünün analizinin önemli olduğunu yazarın ön kabuller olarak aldığını vurgulamakta yarar vardır. Bir adım daha ileri gidersek Özdemir tarafından “despotik emek rejimi olarak taşeron çalışma” olarak nitelendirilen emek rejiminin, üst yapı ilişkilerini incelerken de önümüzü açacak bir çerçeve sunduğu belirtilmelidir. Zira bu yazıda da gerek taşeron çalışmanın, gerekse de inşaat sektörünün genel durumunun, artık emek sermaye ilişkisinin bütününü yansıttığı, kısacası tali değil asli hale geldiği vurgusu öne çıkarılacaktır. “Taşeron çalışma” konusunda egemen yaklaşım özellikle üç noktada epistemik şiddet yaratmaktadır. İlk olarak, “taşeron çalışma” üzerine olan egemen yaklaşım, taşeron çalışmayı bir istihdam biçimi olarak görmektedir. Bu istihdam biçimi olarak görme hali taşeron çalışmayı şeyleştirmektedir (Özdemir, 2008: 265). Özdemir taşeron çalışmaya bakış konusunda bazı uyarılar yapmaktadır (Özdemir, 2010: 36-40). Bunlardan ilki taşeron çalışmayı Türkiye kapitalizmine ve bunun içerisinde bulunduğu daha geniş ölçekli kapitalizmlere harici bir nesneymiş gibi anlama ve anlamlandırmadır, zira Özdemir’e göre bu tür bir analizde, bir dönem enflasyon ve her dönem trafik sorununu tanımlayış biçimimize benzer biçimde, bir “taşeron canavarının” yolda olduğunu söylemek mümkün gözükmektedir; fakat taşeron çalışma kapitalist sisteme içkindir ve ancak emek ve sermaye sınıflarının göreli güçleri ve sermaye birikim rejimleri içinde anlaşılabilir. Bir diğer vurgu olarak, taşeron çalışma üzerine olan egemen yaklaşımın, taşeron çalışmanın parçalı etkileri üzerinde durduğu, düşük ücretler, ağır çalışma koşulları, ciddi sosyal hak kayıpları, sosyal güvencesizlik, işçi sağlığı ve iş güvenliğinin olmaması ve sendikasızlaşma gibi boyutların, araştırmalarda parçalı olarak ele alındığı vurgusudur. Üçüncü olarak, egemen yaklaşımın taşeron çalışanların farklılaşan deneyimleri üzerinde durduğu, sanayide ve tarımda taşeron çalışanlar, özel sektörde ve kamu sektöründe taşeron çalışanlar, mavi yakalı taşeron çalışanlar ve beyaz yakalı taşeron çalışanlar üzerine sürekli vurgu yapılarak, bu katmanların deneyimlerinin ve/veya karşı karşıya kaldıkları soru ve sorunların farklılıkları üzerine yoğunlaşıldığıdır. Bu vurgulardan yola çıkarak da inşaat sektörü üzerinden, benzeşen emek süreçlerine ve işçi sınıfı mücadelesinin bir parçası olarak “işçi sağlığı ve iş güvenliği“ alanına bakılması anlamlı olacaktır. Zira sınıf çalışmalarında, sınıfın ortaklaştırıcı özellikleri üzerinde durmak oldukça önemlidir.

Yukarıdaki başlangıç noktalarından hareketle, taşeron çalışmanın pek çok boyutunu, işyeri ölçeğinde değil, toplumsal ilişkiler örgüsündeki yansımalarıyla incelemek elzem haline gelmektedir. Zira eğer “emek rejimi“ kavramı kullanılacaksa bu kavramın, günümüzde, taşeron çalışmanın farklı görünümleri olan “evde çalışma”, “eve iş verme” ve “fason üretim”, vb. ile emek süreci örgütlenmesinin “fabrika”nın kapılarının ardında yaşamın her alanına doğru genişleyen yapısını kapsayabildiğini (Özdemir, 2010:36) belirtmek önemlidir. Bu bakımdan dincileşme ve gericileşmenin, taşeron emek rejimi ile ilişkisi irdelenmeli, iş kazalarına ilişkin olarak ”kader”, ”kaçınılmazlık” gibi söylemlerin, gerek işçi sınıfı içinde toplumun genelinde de daha önce hiç olmadığı kadar gündelik söyleme nasıl sızdığı vurgulanmalıdır. Eğer baskıcı, despotik emek rejimi kavramından yola çıkacaksak, baskının rızaya üstün geldiği rejimler olduğunu, piyasanın anarşik yapısına tabi olduğunu, böyle bir rejim için de toplumun dönüştürülmesi gerektiğini belirtmek gerekmektedir. Piyasa anarşisi ve parçanmış üretim yapıları, giderek taşeronlaşan genel üretim biçimi, sermayenin toplumu da buna uygun bir şekilde dönüştürme gereksinimini beraberinde getirmektedir. Büyük bir fabrikada yüzlerce işçiyle bir arada üretim yapan, onlarla en ilkel haliyle bile pek çok duyguyu, gündelik mücadeleyi paylaşan ve kendisi farkında olsun veya olmasın sınıfın bir bireyi olan işçinin yerine, küçük bir taşeronun geçici işçisi haline dönüşen bir işçi daha çok  „cemaat“in bir bireyi haline gelmeye başlayacaktır. Bu cemaat kimi zaman bir dinsel yapı, kimi zaman hemşehrilik ağı, kimi zaman da, özellikle inşaat sektöründe olduğu gibi, bir aile yapısı olacaktır. Bu ilişkiler ağı içinde en önemli unsurlardan birisi de Özdemir’in sürekli altını çizdiği „baskıcı“ karakterdir, örgütlenme başkaldırmanın yerini, boyun eğme ve geleneksel kurallara bağlılık (dinsel, bölgesel, ailevi vb.) almaktadır. Özetle kapitalizm günümüzde, kapitalist toplum öncesindeki ilişkiler ağını yeniden üretmekte ve baskıcı emek rejiminin garantisi olarak kullanmaktadır.

İnşaat sektöründe de işçiler üzerinde baskıyı sürekli yeniden üreten yüksek iş değiştirme hızı, düşük ücretler, ağır çalışma koşulları, ciddi sosyal hak kayıpları, sosyal güvencesizlik ve işçi sağlığı ve iş güvenliğinin yokluğu bulunmaktadır. Biraz uzun da olsa aşağıdaki alıntı anlatılmak isteneni çok net bir şekilde ortaya koymaktadır:

Taşeron çalışma bir despotik emek rejimidir; çünkü taşeron firma ile ana firma arasındaki bağımlılık ilişkisi baskı koşullarını yeniden üretmektedir. Taşeron çalışma, üretim sürecinin parçalanmasının bir ürünüdür ve bu parçalanma, ana firma ile taşeron firma arasında bağımlılık ilişkisi yaratmaktadır ve bu bağımlılık ilişkisinde ana firma çok güçlüdür. Bu bağımlılık ilişkisi içinde ana firma merkez işgücünü istihdam etme kapasitesindeyken, diğer bir deyişle, işgücüne göreli iyi ücretler, sosyal güvence ve belki sendikalaşma imkanı tanırken; kendine bağımlı taşeron firmayı, işgücüne yönelik uygulamalarda “en geri” noktaya gitmeye zorlamaktadır. Dolayısıyla, düşük işgücü maliyeti baskısı, despotik emek rejimlerini yaratmaktadır. Taşeron çalışma, despotik bir emek rejimidir; çünkü taşeron firmalar arası rekabet, “dibe doğru koşu” biçiminde gerçekleşmektedir. Taşeron firma, ana firmanın verdiği işi alabilmek için despotizmi, ücretler, çalışma saatleri ve çalışma koşulları anlamında en sert biçimde uygulamaktadır. Taşeron çalışma, bir despotik emek rejimidir; çünkü işçi sınıfında, meydana gelen katı bölünmeler ve hiyerarşiler baskı koşullarını yeniden üretmektedir. Üretim sürecinin parçalanması sonucu, emek sürecinin örgütlenmesinde de bir parçalanma söz konusudur. Bu parçalanma, mekansal bir parçalanmayı da getirebilmekte veya mekansal bir birliktelik içinde de yaşanabilmektedir. Daha vahim olanı kuşkusuz işçi sınıfı içindeki hiyerarşinin aynı mekanda gerçekleşmesidir.Taşeron çalışma, bir despotik emek rejimidir; çünkü taşeron emekçiler mekansal ve kurumsal olarak parçalanmıştır. Bu mekansal ve kurumsal parçalanma, emekçilerin despotik emek rejiminin koşullarına karşı ortak bir direniş ve mücadele geliştirebilmesinin önünde engeldir (Özdemir, 2010: 40).


Bu söylenenler ışığında inşaat üretiminine baktığımızda, benzer hiyerarşiyi çizmemiz mümkündür. Örneğin son yıllarda hastalık derecesinde yaygınlık kazanan alışveriş merkezi inşaatlarına yoğunlaşmak yararlı olacaktır. Herhangi bir alışveriş merkezinde dükkan açacak olan firmalar, özellikle de büyük firmalar, projenin zamanında yetişmesi için eğer kiracılarsa ”mal sahibini”, eğer kendileri önceden satın almışlarsa ”ana yüklenici” firmayı sürekli sıkıştırırlar. Zamanında yetişmemesi durumunda, mağaza açılışı gerçekleşemeyecek, satışlar yapılamayacak ve zarar edilecektir. Her ne kadar sözleşmede bunlarla ilgili cezai şartlar konmaya çalışsa da, bu sürece girmek yerine yukarıdan sürekli bir baskı vardır. Bu tür inşaatlar her zaman büyük bir ”ana yüklenici” tarafından gerçekleştirilir. Ana yüklenici firma işi parçalara ayırır, işi paylaştırır zira sürekli çalıştığı ”alt yüklenici” firmalar ve alt yüklenicilerin de sürekli çalıştığı ”taşeron” firmalar veya ”işçi ekipleri” vardır (alt yüklenici deyimi, hukuksal açıdan taşerondan farklı olmasa da, burada görece büyük firmaları belirtmek ve genel algıda taşeron olarak görülün küçük firmalar-işçi ekiplerinden farkını koymak amacıyla kullanılmaktadır). Ana yükleniciden alt yüklenicilere, alt yüklenicilerden de taşeronlara/işçi ekiplerine sürekli işi zamanında yetiştirmeleri yönünde bir baskı yapılır. Bu baskı yazının ilk kısmında belirtilen ”neden iş kazaları olur” sorusunun temel yanıtlarından birisidir. Hızlı, yoğun ve stresli çalışma koşullarında, işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemleri tamamen gereksiz olarak görülür. Bu önlemleri alma konusunda ana yüklenici baskı yapsa dahi, işin gecikmesi/ödemelerin yapılmaması/yevmiyelerin ödenmemesi baskısı altında çoğu kez işçiler kendileri bu önlemlerin alınmasına direnç gösterirler. Örneğin bir işçi ekibi yalnızca bir ay çalışacaksa, bir ayda işini bitirip hemen başka işlere yönelmek ister, bu zaman zarfında kaza geçirme olasılığı gerek işçiler, gerek işçi ekip başları, gerekse de taşeronlar tarafından  gözönünde bulundurulmaz. Bu hiyerarşik ve dağınık yapı kapitalist bakış açısıyla ele alınsa dahi ”işletme yönetimi” içinde genel yönetimin bir parçası olan ”işçi sağlığı ve iş güvenliği yönetimi” uygulamalarının önünde de bir engeldir. Zira, iş güvenliği konusunda alınması gereken önlemler tüm işyeri için merkezi olarak planlanmak, uygulanmak, denetlenmek ve koordine edilmek zorundadır. İnşaat sektörü söz konusu olduğunda, birbirinden bağımsız taşeronların, birbirlerinden riskli işleri farklı farklı alt denetim ve yönetim mekanizmaları altında yapması olgusu beraberinde iş güvenliği uygulamalarının istense dahi uygulanmasını zorlaştırmaktadır.

Ana yüklenici firma, kağıt üzerinde tüm sorumluluğu taşeronlara yıkmaktadır, ancak hukuksal (tazminat anlamında) ve cezai olarak sorumluluğunun devam ettiğinin çoğu kez farkında değildir. Şantiyelerde genel olarak denetim ve gözetim yapılsa da, hiyerarşinin en altında bunu ancak ”baskı” yoluyla uygulayacak taşeronlar bulunmaktadır. Taşeron ”firma” veya işçi grupları çoğu kez hemşehrilik ve özellikle inşaat sektöründe de akrabalık ilişkileri bağlamında bir araya gelmiş işçilerden oluşmaktadır. Yazar tarafından incelenen yüzlerce iş kazası dosyasında (ceza davaları), sanık olarak yargılanan taşeronların büyük bir kısmının kazazede işçinin birinci veya ikinci dereceden akrabası olması son derece çarpıcıdır. Çoğu durumda ortada bir firma bulunmamakta, ana yüklenici veya alt yüklenici ile işçiler arasında ilişkiyi kuran bir aile büyüğü usta/ustabaşı işçileri bulup getirmektedir. Özdemir’in (2010: 48) vurguladığı gibi taşeronluk müessesesini yaygın olarak kullanan bir emek rejiminde tanımlanan tavır, tutum ve duruşların toplam sınıf etkisi, fabrika içerisinde “kanlı” olarak tanımlanan taylorist uygulamalara, fabrika dışında da yanaşma ilişkilerinden örülü bir paternalizme kadar uzar.

Tüm bu ilişkiler ağına tam da oturan bir başka husus ise “göçmen işçi” kullanımıdır. Burada göçmen işçi ülke içinde, çalışma amacıyla yer değiştirmeyi de kapsamaktadır. Örneğin fındık toplamak için Karadeniz bölgesine giden veya Türkiye’nin pek çok bölgesinde geçici olarak çalışan Kürt illerinden gelen fındık toplama ve inşaat işçileri gibi. “Türkiye’ye Yönelik Düzensiz Göçler ve Göçmenlerin İnşaat Sektöründe Enformel İstihdamı” başlıklı rapor (Tokgöz, 2008:5-6), inşaat sektörünün kuralsız ve düzensiz yapısını iyi bir şekilde özetlemektedir. Bu raporda da sözü edilen ILO raporu, dünyada inşaat sektörünün bu kuralsız ve düzensiz yapısının Türkiye’dekinden farklı olmadığını ortaya koymaktadır (ILO, 2001: 5-6). Bu rapora göre inşaat sektöründe, dünya genelinde yaklaşık 112 milyon kişi çalışmaktadır. Bunun % 74’ü düşük, % 26’sı ise yüksek gelir grubundaki ülkelerde çalışmaktadır. Buna karşın yüksek gelir grubundaki ülkeler inşaat sektöründe elde edilen toplam çıktının % 77’sini, düşük gelir grubundaki ülkeler ise geriye kalan % 23’ünü üretmektedir Bu veriler, inşaat sektörünün gelişmekte olan ülkelerde emek-yoğun ve düşük verimlilik düzeyine sahip bir yapıda olduğunu göstermektedir. İnşaat sektöründe, endüstrileşmenin ilk aşamalarında kırdan kente göçen işçilerin, ileri aşamalarında da, bu emek kaynağının kuruması nedeniyle, dış göçle gelen işçilerin ağırlıklı olarak çalışması gibi genel bir eğilimden söz edilebilir. Genellikle istihdam edilenlerde herhangi bir eğitim düzeyi ya da nitelik aranmaması bunun en başta gelen nedenidir. İşverenlerin, inşaat sektöründe ithal emeğin önemli bir rolü olduğu ve olmaya da devam edeceği yönünde bir görüşe sahip oldukları belirtilmektedir. Buna karşın işçiler ise aslında inşaat sektöründe çalışmak istememektedir. Çalışanlar ya başka seçenekleri olmadığı için zorunlu olarak çalışmakta ya da geçici bir süre katlanılabilecek bir iş gözüyle baktıkları için çalışmaktadırlar (ILO, 2001: 14-15).

Toksöz raporunda inşaat sektöründe kayıtdışılığa dikkat çekmekte 2008 verilerine göre, toplam 20 milyon 867 bin kişi olan istihdamın % 45.4’ünün kayıtdışı olduğunu, inşaat sektörünün ise tarım sektöründen sonra kayıtdışı çalışma oranının % 62.2’yle en yüksek olduğu sektör olduğunu belirtmektedir. Aynı zamanda kaçak göçmen işçi istihdamının en yoğun olduğu sektörlerden birisi olan inşaat sektöründe kaçak işçiler çoğunlukla bir kaç ay süreli işler için işe alınmakta, bu işler genellikle ihale ile alınan proje bazlı ve belli bir süre içinde başlayıp biten işler olmakta, göçmenler en fazla bina yapımı-onarımı, yol ve köprü yapımı-onarımı, tarihi eser onarımı gibi işlerde çalıştırılmaktadır. Göçmen işçilerin tamamının asıl işin bir bölümünü yapan taşeronlar tarafından çalıştırıldığı, bu noktadan itibaren işin kayıtdışına çıktığı ve bundan sonraki aşamaların tamamı kayıtdışı olarak sürdürüldüğü belirtilen raporda, işin bazen üçüncü hatta dördüncü kez el değiştirdiği, işin son olarak usta ya da çavuşlara verildiği, kaçak göçmen işçilerin bu usta ya da çavuşlar tarafından çalıştırıldığı ve göçmen işçilere yalnızca vasıfsız işler yaptırılarak, ustalık işler emanet edilmediği vurgulanmaktadır (Tokgöz, 2008:8).

Tüm bu çalışma ortamı, baskıcı bir ortamın sürekli yeniden üretilmesi için en uygun koşulları yaratmaktadır. Bu baskı, özellikle inşaat sektöründe kimi zaman şiddet haline de dönüşebilmektedir. İnşaat sektöründe kaba güce dayalı baskı çok yaygın olup, hemşehrilik ve akrabalık ilişkileri de düşünüldüğünde son derece doğal karşılanmaktadır. İş kazalarının nedenlerinden birisi olarak görülmesi gereken stresin bir kaynağının da bu olduğu bilinmelidir.  

İş kazalarına ve meslek hastalıklarına dair yapılacak değerlendirmelerde, öne çıkarılması gereken en önemli hususlardan birisi, küçük işletmelerin sicillerinin hayli kabarık olmasıdır. İnşaat sektörü için de bu geçerlidir. Bu yapı kayıtdışı istihdamı kolaylaştıran bir işlev görmektedir. Tabloya göre 1-9 çalışanı olan mikro işyerleri toplam işyerlerinin %71’ini oluşturmaktadır.

Tablo 1.  2000 yılı verilerine göre işletme büyüklüğüne göre işyeri sayısı(DİE, 2002: 8, Aktaran Tokgöz: 2008:7)

Çalışan sayısı
İşyeri sayısı
1-9 kişi
11 368
10-19 kişi
  2 047
20-49 kişi
  1 736
50-99 kişi
     591
100-199 kişi
     177
200-499 kişi
       75
500+ kişi
       39
Toplam
16 033

Buraya kadar söylenenler ışığında toplam ölümlü kazaların neden üçte birinin inşaat sektöründe gerçekleştiği, yüzlerce işçinin neden yaşamını yitirdiği net bir şekilde anlaşılacaktır. Sonraki bölümlerde, sektördeki kaza verileri üzerinde durulacak ve çizilmeye çalışılan çerçeve ile kaza istatistiklerinin ne ölçüde birbiriyle örtüştüğü tartışılacaktır.

Sektörel büyümede ve iş cinayetlerinde ilk sırada inşaat sektörü.
Türkiye’de iş kazası sonucu fatalitenin en fazla olduğu ilk 5 faaliyet alanı sırasıyla Bina inşaatı (1000’de 86,4), Bina dışı yapıların inşaatı (1000’de 67,6), kara taşımacılığı ve boru hattı taşımacılığı (1000’de 60,3), özel inşaat faaliyetleri (1000’de 57,8 ve 1000’de 39,4 ile taşımacılık için depolama ve destek faaliyetleridir (Etiler, 2009: 23). Burada dikkat edilirse inşaat sektörü üç başlık altında incelenmektedir. İnşaat sektörünün bu biçimde üç başlık altında incelenmesi 2008 yılından önceki verilerle karşılaştırma olanağını ortadan kaldırmasına karşın yeni olanaklar sunmaktadır. Bu alt bölümleme bize AKP Hükümetleri döneminde hız kazanan karayolu yapımı (duble yol) çalışmalarının iş kazaları anlamındaki maliyetini de göstermektedir. Bina dışı yapıların inşaatı kapsamında; karayolları ve demiryolları inşaatları, hizmet projelerinin inşaatı ve su projeleri, iskele, liman vb inşaatları bulunmaktadır. AKP Döneminde 2002 yılından itibaren yapılan 19.000 km yolun işçi sınıfına maliyeti 2009 yılında 128, 2010 yılında 107 kişinin yaşamıdır. Ayrıca bu sektör, meydana gelen iş kazaları arasında ölme olasılığının en yüksek olmasından dolayı en tehlikeli sektördür (Etiler, 2009: 23).

Sektörün genel bir panoramasını çizmek açısından ise aşağıdaki alıntı yararlı olacaktır:

İnşaat sektörü, kendine özgü yapısıyla, işçi sağlığı alanında diğerlerinden farklı bir yer tutmaktadır.
Bu sektörün diğer sektörlerden farklı olmasının başlıca nedeni, her uygulamanın birbirinden farklı olması ve bu yüzden her uygulamada değişik çalışma koşullarıyla ve farklı risklerle karşı karşıya kalınmasıdır. İnşaat sektörü yalnızca bir yapı süreci değildir, boya, çevre düzenlemesi, elektrik, sıva, taş, asfalt, hafriyat işleri gibi farklı işleri barındıran karmaşık bir alandır....

İnşaat sektörünün dünyadaki toplam ekonomik büyüklüğünün 3.5 trilyon dolar olduğu tahmin edilmektedir. Dünya sınai istihdamının da %30’u inşaat sektöründe çalışmaktadır. Bu sektör ayrıca, Avrupa’da da, yaklaşık 1 trilyon Avroluk ciro ve 12 milyon kişilik istihdam boyutuyla en büyük sektörlerden birisidir. Bu istihdam boyutu, toplam Avrupa Birliği emek gücünün %7.9’unu oluşturmaktadır. Bu arada, AB Komisyonu’nun, AB ülkeleri içindeki tüm emek gücünün %7 - 19’unun resmi makamlara bildirilmediği tespitini de vurgulamak gerekir. Uluslar arası Çalışma Örgütü (UÇÖ) (2005) tahminlerine göre, iş kazaları ve meslek hastalıklarından kaynaklanan ölümler, tüm ölümlerin %3.9’unu oluşturmaktadır. UÇÖ’nün 2003 yılı için inşaat sektörüne ilişkin küresel tahminlerine göre, dünyada 355.000 civarındaki ölümlü iş kazasının 60.000’i, bir başka ifadeyle %17’si inşaat sektöründe gerçekleşmektedir. Yine UÇÖ verilerine göre, sanayileşmiş ülkelerde, toplam iş gücünün ancak %6 – 10 arasını inşaat işçileri oluştururken, ölümle sonuçlanan iş kazalarının %25 – 40’ı inşaat işçileri arasında olmaktadır (Duman/Hamzaoğlu, 2011: 35).

Daha güncel verilerle, sektörün Türkiye ekonomisindeki yerini irdelemek gerekirse, inşaat sektörü 2011 yılında çift haneli büyüme yakalamış olup, bu büyümenin büyük bir kısmı Toplu Konut İdaresi’nin gerçekleştirdiği veya yönlendirdiği projelerden oluşmaktadır. 2011 yılının ikinci çeyreğinde Gayri Safi Yurtiçi Hasıla içinde 2008 yılından beri ilk kez yüzde 6 payı yakalayan inşaat sektörü, ikinci ve üçüncü çeyrekte istihdam bakımından 1.9 milyon işçiye ulaşmıştır. Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre Bina İnşaatı Sektörü İstihdam Endeksi %8,2 artarak 69,3′ten  75,0′a, Bina Dışı İnşaat Sektörü İstihdam Endeksi %5,8 artarak  98,9′dan 104,6′ya yükselmiştir. Her ne kadar 2012 yılında daha temkinli bir büyüme beklense de 2012’deki büyümenin yüzde 5 ile 7 arasında gerçekleşmesi beklenmektedir. İnşaat sektöründeki büyümenin büyük bir kısmını ise, basit olarak yap-sat olarak ifade edilen üst-orta gelir grubuna ait kesimlere satılan-satılması planlanan, büyük oranda da yatırım amacıyla alınan konutlar oluşturmaktadır Öte yandan “kentsel dönüşüm” adı altında yürütülen ve merkezinde Toplu Konut İdaresi’nin, altında ise iktidara yakın müteahhitlik firmalarının bulunduğu kentsel yağmanın inşaat sektörünün bir süre daha önünü açacağı beklenmelidir.

Sektördeki bu gelişmenin bir başka boyutu ise inşaat sektörünün ölümlü iş ilk sıraya yerleşmesidir.  Sosyal Güvenlik Kurumu verilerine göre, 2000-2010 yılları arasında yılda ortalama 323 işçi inşaat şantiyelerinde yaşamını yitirmiş, 376 işçi ise sakat kalmıştır. Toplam ölümlü kazalarda inşaat sektörünün oranı yine aynı yıllar arasında ortalama %30.5’tir. Toplam istihdamdaki payının neredeyse beş katı olan bu rakam, inşaat sektörünün ne ölçüde insanı öğüttüğünün de açık bir göstergesidir. İnşaat sektörünün şaha kalktığı söylenen yıllarda, iş cinayetleri de şaha kalkmıştır.2010 yılı değerlerine bakıldığında (2010 yılı içinde işlemi tamamlanmış dosyalar) iş kazaları sonucu meydana gelen 1.434 ölümün 475’inin  (her 3 ölümden biri) inşaat sektöründe olduğu görülecektir. Bu uzun yılların en yüksek sayısı ve oranıdır.

Tablo 2. İnşaat Sektörüne ilişkin veriler ve iş kazaları istatistikleri (TÜİK, SGK)

Yıl

Kamu

(Milyar TL)

Özel

(Milyar TL)

Toplam

(Milyar TL)

Toplam GSYİH Artışı %

İnşaat GSYİH Artış (%)

İnşaat Sektörü İstihdam ve Toplam İstihdamdaki payı

Yıllara göre toplam Sürekli İş Göremezlikle Sonuçlanın İş Kazası Sayısı

 

İnşaat Sektöründe Sürekli İş Göremezlikle Sonuçlanın kazaları ve  Toplam Ölümlerdeki Payı

Yıllara göre toplam Ölümlü İş Kazası Sayısı

 

İnşaat Sektöründe Ölümlü İş kazaları ve  Toplam Ölümlerdeki Payı

2000

5,5

9,3

14,8

6,8

4,9
761.452 (%3,5)
1818
399 (%21,9)

1173

379 (%32,3)

2001

7,5

11,8

19,3

-5,7

-17,4
681.882 (%3,2)
2183
517 (%23,7)

1008

341 (%33,8)

2002

10,8

17,6

28,5

6,2

13,9
713.629 (%3,3)
1820
439 (%24,1)
872
319 (%36,6)

2003

11,6

23,5

35,1

5,3

7,8
685.902 (%3,2)
1421
354 (%24,9)
810
274 (%33,8)

2004

12,4

33,9

46,4

9,4

14,1
752.136 (%3,8)
1693
345 (%20,4)
841
263 (%31,3)

2005

16,3

38,8

55,2

8,4

9,3
933.498 (%4,7)
1639
322 (%19,6)
1.072
290 (%27,1)

2006

21,1

51,1

57,3

6,9

18,5
1.185.723(%5,8)
2267
425 (%18,7)
1.592
397 (%24,9)

2007

23,7

58,9

82,6

4,7

5,7
1.247.970(%6,0)
1550
361 (%23,3)
1.043
359 (%34,4)

2008

30,1

60,2

90,2

-0,7

-8,1
1.238.888(%5,8)
1452
373 (%25,8)
865
297 (%34,3)

2009

29,1

44,9

74,1

-4,8

-16,1
1.227.698(%5,8)
1668
282 (%16,9)
1.171
156 (%13,3)

2010

36,1

55,4

91,6

8,9

17,1

1.431.000(%6,3)

1976
319 (%16,1)
1.434
475 (%33,1)

Not: SGK İstatistikleri, o yıl gerçekleşen iş kazalarını değil, o yıl işlemi bitmiş kazaları içermektedir.


2009 yılına ait inşaat iş kazaları sonucu ölümlere dikkat çekilmesi gerekmektedir. Diğer yılların aksine çok ciddi bir değişim olduğu, ancak bir sonraki yıl genel ortalamaya yine ulaşıldığı görülmekte ve bu veriler kuşku yaratmaktadır. Bir önceki ve bir sonraki yıllara ait veriler incelendiğinde ise bazı ilginç noktalar göze çarpacak ve SGK’nın muhtemel bir hatası olduğu anlaşılacaktır.  Bunun anlaşılması için aşağıdaki verilere biraz dikkatle bakmak gerekmektedir. SGK istatistikleri, o yıl gerçekleşen iş kazalarını değil, o yıl işlemi tamamlanan iş kazalarını kapsamaktadır. Ancak yine de verilerde bir gariplik göze çarpmaktadır, zira 2010 yılında bina inşaatlarında 3056 iş kazası meydana gelirken, 199 ölüm varken, 2009 yılında 3497 iş kazasına karşılık hiç ölüm yaşanmamıştır. Keza 2008 yılında bina inşaatlarında hiç iş kazası olmadığı görülmektedir. Muhtemelen 2008 yılında bina inşaatlarına ilişkin veriler “bina dışı yapıların inşaatı” kapsamına sokulmuş, ancak 2009 yılında ise “bina inşaatı” faaliyet grubundaki sürekli iş göremezlik ve iş kazaları yanlışlıkla sıfır olarak tablolara geçmiştir. Konuyla ilgili çalışma yapan emek örgütlerinden, burjuva siyasi partilere, demokratik kitle örgütlerinden, devlet kuruluşlarına kadar pek çok kişi tarafından kullanılan bu verilerdeki kuşkunun kaldırılması gerekmektedir. Kayıt tutma ve istatistik analizler yapmak üzere kurulmuş, pek çok kurum ve kuruluşa veri sağlayan Sosyal Güvenlik Kurumu ve Türkiye İstatistik Kurumu gibi kurumların sunduğu verilerin ne derecede inanılır olduğu tartışmalı hale gelmektedir. Tablo 3’te yukarıda sözü edilen hususlar ayrıntılı bir şekilde gösterilmektedir.


Tablo 3. İnşaat Sektöründe Son Üç Yıla ait Ölümle ve Sürekli İş Göremezlikle Sonuçlanan İş Kazaları (SGK İstatistikleri)


KOD NO
FAALİYET GRUPLARI
(NACE SINIFLAMASINA GÖRE)
İŞ  KAZASI SAYISI
SÜREKLİ İŞ GÖREMEZLİK TOPLAM
İŞ  KAZASI TOPLAM


ERKEK   Male
KADIN    Female
TOP.    Total
ERKEK   Male
KADIN    Female
TOP.    Total
ERKEK   Male
KADIN    Female
TOP.    Total
2008 YILI
41
BİNA İNŞAATI                       
0
0
0
0
0
0
0
0
0
42
BİNA DIŞI YAPILARIN İNŞAATI        
32
4.518
4.550
304
0
304
231

231
43
ÖZEL İNŞAAT FAALİYETLERİ           
11
1.013
1.024
73
0
73
66

66




TOPLAM
5.574

TOPLAM
377

TOPLAM
297
2009 YILI
41
BİNA İNŞAATI                       
3.476
21
3.497
0
0
0
0
0
0
42
BİNA DIŞI YAPILARIN İNŞAATI        
1.624
11
1.635
241
0
241
128
0
128
43
ÖZEL İNŞAAT FAALİYETLERİ           
1.729
16
1.745
43
0
43
28
0
28




TOPLAM
6.877

TOPLAM
284

TOPLAM
156
2010 YILI
41
BİNA İNŞAATI                       
3.023
33
3.056
199
0
199
264
0
264
42
BİNA DIŞI YAPILARIN İNŞAATI        
1.578
5
1.583
63
0
63
107
0
107
43
ÖZEL İNŞAAT FAALİYETLERİ           
1.782
16
1.798
56
1
57
104
0
104




TOPLAM
6.437

TOPLAM
319

TOPLAM
475


Sosyal Güvenlik Kurumu istatistiklerinde üzerinde durulması gereken bir diğer husus ise faaliyet gruplarının sınıflandırılmasıdır. Avrupa Birliği tarafından geliştirilen, kısa adı NACE olan kodlama sistemi, (Nomenclature statistique des Activités économiques dans la Communauté Européenne) Avrupa Birliği´nce 1970´den beri geliştirilen ekonomik faaliyetlerin çeşitli istatistiki sınıflamalarını göstermek için kullanılmaktadır ve “Ekonomik Faaliyetlerin İstatistiki Sınıflandırması” anlamına gelmektedir. İstatistiksel birimler ile (ki bu durumda bir faaliyet birimidir, örneğin girişim gibi bir ekonomik varlığı oluşturan tek bir firma veya firmalar grubu) ilgili verilerin kategorize edilmesinde yer alır. Bu birimlere ilişkin geniş bir çeşitlilikte istatistiklerin hazırlanması için temel sağlar. Ancak bu sınıflandırmaya göre 81 kodlu “Bina ve Çevre Düzenleme Faaliyetleri” ile 37 kodlu “Kanalizasyon” faaliyetleri inşaat faaliyetlerinin dışında değerlendirilmektedir.  2010 yılı verilerine bakıldığında “Kanalizasyon” faaliyeti başlığında 9 sürekli iş göremezlik ve 1 ölüm, “Bina ve Çevre Düzenleme Faaliyetleri” başlığında ise 30 sürekli iş göremezlik, 30 da ölüm görülmektedir. Bu iki faaliyet grubunun da inşaat sektörü içinde değerlendirilmesi gerekmekte olup, bu bakış açısıyla 2010 yılında inşaat işlerinde yaşamını yitirenlerin resmi sayısının 506 kişi olduğu söylenebilir.

Yapılan çalışmalar, inşaatlarda gerçekleşen ölümlü iş kazalarında ilk üç sırayı yüksekten düşmeler, malzeme düşmesi/çarpması ve elektrik çarpmalarının oluşturduğunu göstermektedir. İnşaat sektöründe gerçekleşen kazaların ayrıntılı analizlerine dönük ve bu kazaların karakteristik özelliklerini ortaya koyan ise veriler yetersizdir. İstanbul Teknik Üniversitesi Öğretim üyeleri tarafından hazırlanan mahkeme bilirkişi dosyaları ve arşivlerde yapılan çalışmaların derlenmesi ile bir araya getirilen 1968-1999 yılları arasındaki inşaat kazalarına ilişkin yapılan bir değerlendirmede (Gürcanlı, 2006), inşaat sektöründe en fazla karşılaşılan kaza tipleri aşağıdaki gibi verilmektedir.




Tablo 4. İnşaat Sektöründeki Ana Kaza Tipleri (Gürcanlı, 2006)


KAZA TİPİ
Ölüm
%
Yaralanma
%
1
İnsan Düşmesi
1028
42,9
934
32,9
2
Elektrik Çarpması
293
12,2
80
2,8
3
Malzeme Düşmesi
251
10,5
278
9,8
4
Yapı Makinasındaki Kazalar
206
8,6
97
3,4
5
Şantiye İçi Trafik Kazası
168
7,0
38
1,3
6
Yapı Kısmının Çökmesi
167
7,0
73
2,6
7
Kazı Kenarının Göçmesi
138
5,8
53
1,9
8
Diğer Tip
85
3,5
74
2,6
9
Patlayıcı Madde Kullanımındaki Kazalar
50
2,1
82
2,9
10
Malzeme Sıçraması
10
0,4
211
7,4
11
Tezgah ve Makinaya Uzuv Kaptırma
1
0,0
604
21,3
12
Malzeme Altında Arasında Uzuv Sıkıştırma
1
0,0
200
7,0
13
El Aleti İle Ele Vurma
0
0,0
42
1,5
14
Sivri Uçlu Keskin Kenarlı Cisimle Yaralama
0
0,0
75
2,6

TOPLAM
2398

2841


Tablodan da görüleceği üzere, inşaat sektöründe gerek ölümle, gerekse de yaralanmayla sonuçlanan kazalarda insan düşmeleri (yüksekten düşmeler) birinci sırada yer almaktadır. Ölümle sonuçlanan kazalarda elektrik çarpmaları ikinci, yaralanmayla sonuçlanan kazalarda ise tezgah ve makinaya uzuv kaptırma ikinci sırada yer almaktadır. Malzeme düşmeleri yaklaşık toplam kazadaki %10’luk oranla hem ölümle hem de yaralanmayla sonuçlanan kazalarda önemli bir yere sahiptir. Ölüm ve yaralanma sayıları ve oranları karşılaştırıldığında, kazaların kaza şiddetine dair de yorumlar yapmak mümkündür. Sözgelimi yaralanmaların %21’ini oluşturan tezgah ve makinalara uzuv kaptırmadan dolayı yalnızca bir ölüm vakasına rastlanırken, elektrik çarpmalarının büyük bir kısmı ölümle sonuçlanmıştır.

2008 yılına ait Sosyal Güvenlik Kurumu istatistikleri yardımıyla yapılan bir diğer analizde ise benzer kaza nedenlerinin ilk sıralarda olduğu görülmektedir. Türkiye’de 2010 yılında ulaşılan 475 ölümün çok ama çok basit önlemlerle önlenebileceği gerçeği gözden kaçmamalıdır. Bu sayıların kesinlikle kabul edilebilmesi mümkün değildir ve işçi sınıfı mücadelesinin bir parçası, bu iş cinayetlerinin durdurulması için inşaat sektöründe örgütlü siyasal mücadele olmak zorundadır.

Tablo 5. 2008 Yılı SGK Verilerine Göre İnşaat Sektöründeki kaza nedenlerinin sayısı ve oranları (Çarıkçı, 2011)

Kaza Kodu
Kaza Nedenleri
Kazalı Sayısı
Sektör içindeki oranı
301
Kişilerin yüksek bir yerden (ağaçlar, binalar, yapı iskeleleri, merdivenler, makinalar, araçlar) ve çukur, derin bir yere (hendeklere, kuyulara, kazılara, yerdeki çukurlara) düşmesi
893
15,9
400
Makinaların neden olduğu kazalar
552
9,8
703
Taşıma işlemi sırasında taşınan cisimlerin düşmesi sonucu oluşan kazalar
503
9,0
801
Vücudun veya bir organın iki cisim arasında kalarak sıkışması, ezilmesi
502
8,9
303
Kişilerin hemzemin ortamda düşmesi
468
8,3
809
Kesici ve batıcı bir aletin neden olduğu kaza
349
6,2
704
Başka bir yerde sınıflandırılmamış, düşün cisimlerin çarpması devrilmesi
223
4,0
802
Bir cismin çarpması sonucu çöken, devrilen bir cismin altına kalarak yaralanmak
200
3,6
900
Elektrik akımından ileri gelen kazalar
124
2,2
806
Cismin sıkıştırması
104
1,9

Aşağıdaki şekilde ise, Tablo 2’de sunulan verilerin daha anlaşılır hale gelmesi, inşaat sektörünün büyüme, lokomotif olma söyleminin işçiler açısından ne anlama geldiğinin farklı bir boyutu görülmektedir. Şekilde inşaat sektörü gayri safi yurt içi hasıla yüzde artışı ile iş kazaları arasındaki paralellik, daha çok inşaat daha çok ölüm ilişkisini net bir şekilde ortaya koymaktadır.




Şekil 1. İnşaat Gayri Safi Yurt İçi Hasıla yüzde değişimi ile ölümlü iş kazalarının seyri arasındaki ilişki. 

 (GSYİH değişimi görsel açıdan belirgin hale getirilmek için 10 kat ölçeklendirilmiştir, gerçek sayısal veriler önceki tabloda verilmiştir)


İnşaat sektöründe meslek hastalıkları saptanamıyor

Diğer sektörlerde olduğu gibi inşaat sektöründe de meslek hastalıkları konusundaki araştırmalar ve koruma-önleme faaliyetleri çok düşük seviyededir. Ülkemizde halen 3 adet meslek hastalıkları hastanesi bulunmaktadır. Başta solunum yolu ve kanser olmak üzere, kas-iskelet hastalıkları ve diğer meslek hastalıkları konusunda araştırmalar yapılması için meslek hastalıkları hastanelerinin açılması bir elzemdir. Bu konuda yapılacak her türlü çalışmada halk sağlığı uzmanları, işyeri hekimleri ve inşaat mühendisleri ortak çalışmalıdır. Pek çok ülkede yapılan araştırmalar dünyada inşaat sektöründe meslek hastalıklarında kas ve iskelet sistemi hastalıklarının sayısı büyük boyutlarda olduğunu işaret etse de, Türkiye’de bu türden meslek hastalıklarının tespit edilmesi denetim, gözetim ve meslek hastalıkları konusundaki yetersizlik nedeniyle mümkün değildir. Deyim yerindeyse meslek hastalıkları konusu, Türkiye burjuvazisi tarafından çalışma yaşamının tamamen dışında tutulmuştur. Son yıllarda kot taşlama işçilerinin ve diş protez teknisyenlerinin maruz kaldığı ölümcül silikosis hastalığına karşı oluşan duyarlılık ile gündeme gelmeye başlayan meslek hastalıkları, işçi sınıfının kitlesel olarak şimdi olmasa da 10-20 yıl sonra ölümüne yol açacak kapitalizmin bir başka öldürücü etkisidir.

İnşaat sektöründe gerek iş kazaları, gerekse de meslek hastalıkları açısından en belirleyici etkenlerden  birisi de fazla  önceki bölümlerde üzerinde durulan çalışma saatlerinin fazlalığı gerçeğidir. İş Kanununa İlişkin Fazla Çalışma ve Fazla Sürelerle Çalışma Yönetmeliği’e göre Fazla Çalışma Yaptırılmayacak İşler şunlardır:

1.Sağlık kuralları bakımından yalnızca 7.5 saat ve daha az çalışılması gereken işler
2.Gece döneminde yapılan işler
3.Yer altı ve sualtında yapılan ve maden ve kablo döşemesi,tünel inşaat  işleri,

Ayrıca Sağlık Kuralları Bakımından Günde Ancak Yedibuçuk Saat veya Daha Az Çalışılması Gereken İşler Hakkında Yönetmelik hükümlerine göre günde 7.5 saat çalışılacak işler; kurşun ve arsenik işleri, cam sanayii işleri, cıva sanayii işleri, çimento sanayii işleri, havagazı ve kok fabrikalarıyla termik santrallerdeki işler, çinko sanayii işleri, bakır sanayii işleri, alüminyum sanayii işleri, demir ve çelik sanayii işleri, döküm sanayii işleri, kaplamacılık işleri, karpit sanayii işleri, asit sanayii işleri, akümülatör sanayii işleri, kaynak işleri, madenlere su verme işleri, kauçuk işlenmesi işleri, yeraltı işleri, radyoaktif ve radyoiyonizan maddelerle yapılan işler, gürültülü işler, su altında basınçlı hava içinde çalışmayı gerektiren işler, pnömokonyoz yapan tozlu işler ve tarım ilaçları kullanımı işleridir. İnşaat şantiyelerinde burada sayılan işlerin büyük bir kısmının yapıldığı da dikkatlerden kaçmayacaktır.

İnşaat sektörü söz konusu olduğunda ise, kas-iskelet hastalıkları, kısmen silikosis’in yanı sıra en önemle üzerinde durulması gereken husus Asbest veya diğer ismiyle amyanttır. Uluslararası Kanser Araştırmaları Ajansı (IARC), her yıl dünyada kanser yapıcı maddeleri düzenli olarak özelliklerine göre gruplara ayırır. Ajansın kanserojen maddeler listesinde asbest maddesi, "kesin kanserojen" tanımlanması ile 1. grupta sınıflandırılmıştır. Asbest, solunum ya da içme suyuyla vücuda girdiğinde başta kanser olmak üzere çeşitli hastalıklara yol açar. Asbest lifleri havayla alındığında bu liflerin büyük bölümü hava yolları hücrelerinde birikir. Bunların üst solunum yollarının yukarı bölümlerinde kalan bir bölümü boğazdaki mukus tabakasıyla birlikte balgamla atılır veya yutulur. Ancak bir bölümü akciğerin derin kısımlarına kadar iner ve vücuttan hiçbir zaman çıkmayabilir. Asbestin neden olduğu hastalıkların ortaya çıkması için 20–40 yıl arası bir süre geçmesi gerekir. Asbestin neden olduğu hastalıklar şunlardır:

Asbestoz: İlk olarak tersane işlerinde çalışanlarda tespit edilen asbestoz, asbest liflerini çözmeye çalışan vücut tarafından üretılen asidin akciğer zarında olusturduğu yaralardır. Bu hastalığın kendinı göstermesi 10-20 yılı bulmaktadır.

Mezotelyoma: Asbestin yol açtığı en önemli hastalık akciğer zarı ve karın zarı kanseri, yani mezotelyomadır. Batı ülkelerinde yılda her bir milyon kişinin 1-2'sinde saptanan mezotelyoma, ülkemizde yılda en az 500 kişide görülmektedir. Mezotelyomaya ait en sık rastlanan yakınmalar, ağrı ve ilerleyici nefes darlığıdır. Akciğer röntgeni ve tomografide tipik bulgular saptanabilirse de, kesin tanı için başvurulan standart yöntem akciğer zarı biyopsisidir. Mezotelyoma, erken dönemde tanınıp uygun cerrahi girişim uygulanamadığında, ilaç ya da ışın tedavisine iyi cevap vermeyen ve hastayı kısa zamanda ölüme götüren bir hastalıktır.

Kanser: Asbest, akciğer, gırtlak ve sindirim sistemi kanserlerine yol açmaktadır.

Akciğer zarı (pleura) kalınlaşması

Bilindiği gibi 2011 yılı itibariyle kansere neden olan asbestin, üretimi, kullanımı ve piyasaya arzı ile asbest içeren eşyaların piyasaya arzını yasaklayan yönetmelik yürürlüğe girdi. Çevre ve Orman Bakanlığı Çevre Yönetimi Genel Müdürlüğü’nden 30 Aralık 2010 yılında yapılan açıklamaya göre, asbesti (amyant) tamamen yasaklayan yönetmelik yürürlüğe girdi. Asbest, yasaklı hale gelirken, Avrupa Birliği ile de bu konuda tam uyum sağlanacak denirken, yönetmelikte, asbestin, herhangi bir ürünün üretiminde kullanılması ve asbest içeren tüm ürünlerin piyasaya arzı da yasaklandı. Açıklamada, çok iyi bir yalıtkan madde olan asbestin, içme suyu boruları başta olmak üzere, yapı malzemelerinde ve gemi yapımında kullanıldığına işaret edilerek, solunum ya da içme suyu yoluyla vücuda girdiğinde, başta kanser olmak üzere çeşitli hastalıklara yol açtığı vurgulandı. Peki asbest tamamen ortadan kalktı mı? İnşaat sektörü söz konusu olduğunda asbestin etkilerinin en az 50 yıl daha ortada olduğu net bir şekilde görülecektir. Asbestin insan sağlığına olan zararları fark edildikten sonra dünyanın birçok ülkesinde (Avrupa Birliği ülkeleri, Avustralya, Brezilya, Hong Kong, Japonya, Yeni Zelanda, ABD, vb.) bu maddenin yeni bina yapımında kullanımı yasaklanmıştır ve yaklaşık çeyrek asırdır asbestin bu ülkelerde inşaatlara girmediği varsayımı yapılabilir. Ancak, bu durum bile inşaat sektöründe çalışanları asbest tehlikesinden uzak tutmamaktadır. Halen ayakta duran bir çok binada asbest maddesi bulunmaktadır ve bu binalarda yapılacak her türlü bakım, onarım, restorasyon ve yıkım işlerinde çalışanların asbeste maruz kalma olasılığı hayli yüksektir. İnşaat sektörü için asbest maruziyeti tipik olarak aşağıda belirtilen uygulamalar sırasında oluşmaktadır:

• Asbest içeren yapılarda yıkım veya söküm işleri,
• Asbest içeren malzemelerin sökülmesi, yerinin değiştirilmesi ya da kapalı bir alana taşınması,
• Asbest içeren yapı ya da altyapıların yapım, değişim, bakım, onarım ya da yeni bir hizmet için
yenileme süreçleri,
• Asbest içeren moloz ve atıkların temizlenmesi,
• İnşaat sahasındaki asbest ya da asbest katkısı içeren ürünlerin taşınması, yüklenmesi, yerleştirilmesi,
depolanması, kontrolü ve toparlanması işlemleri.

Bu konuda yönetmelik bulunmakla birlikte, yukarıda belirtilen iş kalemlerinde yer alacak inşaat işçileri ve inşaat mühendisi, tekniker ve diğer elemanların asbest maruziyetlerinin önlenmesi konusunda gerekli önlemlerin alınmadığı, bu konuda denetimlerin yapılmadığı da görülecektir. Önümüzdeki on yıllar boyunca asbestin yol açtığı veya açacağı meslek hastalıklarına karşı mücadele edilmesi yarının değil bugünün görevidir.

Sonuç

Bu çalışmada genel olarak uzlaşmaz emek-sermaye çelişkisi bağlamında işçi sağlığı ve iş güvenliği konusu incelenmiş, bu alanın sınıf mücadelesinin temel bileşenlerinden olduğunun altı çizilmiş ve ölümle sonuçlanan iş kazalarında ilk sırada yer alan inşaat sektörünün kendine has yapısının artık genel bir baskıcı emek rejimini karakterize eder hale geldiğinden söz edilmiştir. Kapitalizmin ortaya çıkışından bugüne değin işçilerin en temel hakkı olan sağlıklı çalışma hakkının dahi, ancak uzun ve yoğun mücadeleler sonucunda elde edildiği gerçeği karşımızda durmaktadır. Sermayenin egemen olduğu ekonomik sistemde çalışma sağlığa zararlıdır, çalışmak öldürmektedir. Nazilerin toplama kamplarında “çalışmak özgürleştirir” yazarken, tutsaklar ölene kadar çalıştırılır, ölenler hemen yok edilir,  acımasız savaş makinasına gereken sermaye birikimi yaratılırdı. Günümüz koşullarında artan çalışma saatleri ve inanılmaz zor ve güvensiz çalışma koşulları her yıl binlerce işçiyi aramızdan alırken, işçi sağlığı ve iş güvenliği alanı “mücadele etmek özgürleştirir” sözünün en somut hale geldiği bir alan olarak karşımızda durmaktadır.

Kaynaklar

Akboğa Ö./Baradan S. (2011), “Asbestin İnşaat Sektöründeki Yeri ve Maruziyetin Önlenmesi”, Türkiye Mühendislik Haberleri, 469-6/2011-5

Akpınar, T. (2010), “Türkiye’ye Yönelik Kaçak İşgücü Göçü” Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü SBF Dergisi 65-3: 2-22.

Altundaş, E. (2011), “Kapitalist Üretim Tarzı ve İş Kazaları” Meslekte Sağlık ve Güvenlik Dergisi 40: 11-17.

Berlinguer, G. (2000), “İş ve Sağlık İle İlişkili Mesleki Durumlar” Mesleki Sağlık ve Güvenlik Dergisi 3:41- 44.

Çarıkçı, M.N. (2011), “İş Kazaları Analizi” İş Sağlığı ve Güvenliği Dergisi, 2011: 5-10

Duman, E./Hamzoğlu, O. (2011) “İstanbul’da Bir Şantiyede Çalışanların İş Kazalarının İzlemi” Meslekte Sağlık ve Güvenlik Dergisi, 40: 35-42

Eğitim Sen (2012) “Eğitim Örgütleri Kesintili Eğitime Karşı Basın Toplantısı Düzenledi!” başlıklı basın açıklaması, http://www.egitimsen.org.tr/icerik.php?yazi_id=4024(Erişim tarihi: 6.03.2012).

Engels, F (1997) Kişisel Gözlemlerden ve Sağlıklı Kaynaklardan, İngiltere'de Emekçi Sınıfların Durumu, Eriş Yayınları, Birinci Baskı, Ankara, Sayfa 176-206 (Friedrich Engels’in Die Lage der arbeitenden Klasse in England (1845)
Etiler, N. (2011), “Özelleştirmeler ve İş Kazaları” Meslekte Sağlık ve Güvenlik Dergisi, 40: 17-26

Gürcanlı G.E., (2006). İnşaat Şantiyelerinde Bulanık Kümeler Yardımıyla İş Güvenliği Risk Analizi Yöntemi. Yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü

ILO, (2001), The construction industry in the twenty-first century: Its image, employment prospects and skill requirements, Geneva:  International Labour Office. 

Ladou, J (2002),  “ABD'de İş sağlığının yükseliş ve düşüşü” Mesleki Sağlık ve Güvenlik Dergisi 9: 44-53 (Çeviren: Mustafa N. İlhan).

Lingard, H./Rowlinson, S. (2005),  Occupational Health and Safety in Construction Project Management  Sayfa 35-36, (Oxon: Spon Press 1. Baskı).

Meslekte Sağlık ve Güvenlik Dergisi Editoryası (2011), “Editör’den” Meslekte Sağlık ve Güvenlik Dergisi Sayı 40: 1.

Müngen U., (1993) Türkiye’de İnşaat İş Kazalarının Analizi ve İş Güvenliği Sorunu, Yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü

Mütevellioğlu, N. (2009) “Türkiye’de Çalışma Sürelerinin Uzaması ve Ölümlü İş Kazalarında Artış” Meslekte Sağlık ve Güvenlik Dergisi, 32: 8-15

Ostry, A.S. / Spiegel,  J.M. (2004), “Küreselleşmenin Hizmet Sektörü ve Sağlık Sektörü İşgücüne Etkileri - Emek Piyasası Ve İstihdamın Güvensizliği” International Journal off Occupational And Environmental Health 10:368-374 (Çeviren ve aktaran Etiler, N, (2005) Meslekte Sağlık ve Güvenlik Dergisi, 25: 7-11).

Özdemir, A.M. (2008) “Belirsizliğin Düzenleyici Etkisi: Taşeronluk Müessessesi Üzerine Saptamalar” Toplum ve Hekim, 23(4): 263-268.

Özdemir, G.Y. (2001),  “Küreselleşme ve İşçi Sağlığı Çalışmanın Ekonomi Politiği Üzerine Notlar” Meslekte Sağlık ve Güvenlik Dergisi 6:2-5.
Özdemir, G.Y. (2010), “Despotik Emek Rejimi Olarak Taşeron Çalışma” Çalışma ve Toplum, 4: 35-50

Seçkin O., (2012). “İkinci Cumhuriyetin eğitim sistemi adım adım kuruluyor” Komünist Dergisi, 2012, 347: 6-7

Sosyal Güvenlik Kurumu İstatistikler

Tokgöz, G. (2007), Türkiye’ye Yönelik Düzensiz Göçler ve Göçmenlerin İnşaat Sektöründe Enformel İstihdamı (Ankara Üniversitesi Bilimsel Araştırma Projesi
Kesin Raporu, Proje Numarası: 2007 0908001, Rapor Tarihi: 10.07.2008)

Türkiye İstatistik Kurumu İstatistikler

Uluslararası İşçi Ofisi (2004), Göçmen İşçilerin Çalışma Koşulları Uluslararası İşçi Konferansı, 92. Oturum, 2004 -Cenova Rapor 6: Küresel Ekonomide Göçmen İşçiler Konusuna Genel Bir Bakış, Bölüm 3, “Göçmen İşçilerin Çalışma Koşulları”ndan. (Çeviren:Akıl, H., (2005) Meslekte Sağlık ve Güvenlik Dergisi, 25: 12-16)

Yorumlar